-

| 0 yorum ]
Sponsorlu Bağlantılar

Determinizm, her olay veya hareketin, geçmişteki olay veya hareketlerin kaçınılmaz bir sonucu olduğu yönündeki felsefi inanıştır. Dolayısıyla, en azından ilke olarak, her olay veya hareket ileri veya geriye doğru tam olarak öngörülebilir.
Maddesel dünyaya dair felsefi bir inanış olarak determinizmin geçmişi en azından binlerce yıl önceki Antik Yunan uygarlığına kadar uzanır.

Determinizm M.S. 1500 civarında ise, neden-ve-sonuç kurallarının maddesel düzeydeki tüm hareket ve yapılara hükmettiği fikrinin ortaya konmasıyla modern bilime dahil oldu. Deterministik bilim modeline göre evren, önceden belirlenmiş kurallardan hiç bir sapma ve en küçük bir rasgelelik göstermeden, mükemmel bir makinanın işlemesi gibi zaman içinde kendini gerçekleştirmekteydi.

Determinizmin modern bilimin merkezine yerleştirilmesinde en büyük pay sahibi olan kişi, yaklaşık 300 yıl önce İngiltere’de yaşamış olan Isaac Newton’dur. Newton, sadece bir kaç cümle ile ifade edilebilecek özet ilkeler bularak, bunların şaşırtıcı derecede çeşitli sistemlerin hareketlerini büyük bir kesinlikle öngörebileceklerini gösterdi. Bu üç hareket yasasının mantık süreci ile birleştirildiği takdirde, diğer bir çok şeyin yanı sıra, gezegenlerin güneş etrafındaki yörüngelerinin, fırlatılan nesnelerin dünya üzerideki seyir güzergahlarının ve gel-gitlerin aylık veya yıllık döngülerinin doğru bir biçimde öngörülmesinde kullanılabileceğini ortaya koydu.

Newton’un yasaları tamamıyla deterministtir çünkü geçmişte olacak herhangi bir olayın tamamen şu anda olan olaylar tarafından belirlendiğini ve hatta şu anda olanların da tamamen geçmişin herhangi bir anında olan bitenler tarafından belirlenmiş olduğunu öngörür.

Newton’un üç adet hareket yasası o denli başarılıydı ki, buluşundan yüzlerce yıl sonra bile fizik bilimi büyük bir oranda, bu yasaların neredeyse tüm tasavvur edilebilir fiziksel sistemlerin hareketlerini açıklamakta nasıl kullanılabileceğini göstermekten ibaret olmuştur.

Determinizm iki genel kategoriye ayrılabilir. Birinci grup inanç determinizmidir. Bu görüşte, ilkel şekli ihmal edilirse, dünyadaki her şeyin bir gayesi ve ilahi kudret dahilinde belirlenen bir sonu vardır. Bu determinizmin ilkel şeklini Saint-Augustin ile Dante, çağdaş biçimini ise Hegel savunmuştur. Bu çeşit determinizm, dini konularda fikir yürüten filozofun ortaya attığı görüşleri ihtiva eder. Dünyanın, hayatın ve eşyanın yaratılış sebep, hikmet ve usulleri hakkında Hıristiyanlıkta, Yahudilikte ve İslamiyette başka başka nakil ve izahlar vardır. Bunlardan bilhassa İslamiyetin bildirdiklerinden bir determinist benzerlik çıkarmaya çalışanlar olmuştur.

Determinizmin ikinci şekli; mekanistik determinizm olarak da ifade edilebilecek bilimsel determinizmdir. Bu görüşte bilimin sınırlı alanda gerçeğin bulunması için belirli tabiat kanunları araç olarak kullanılmak istenmiştir. Ne var ki günümüzde quantum mekaniği, olayların önceden tesbitinin imkansız olduğunu ortaya koyarak, mekanistik determinizm görüşünün yanlışlığını tamamen ortaya koymuştur. Bilimsel determinizm temsilcileri Saint-Simon, Auguste Comte ve Spencer gibi felsefecilerdir.

Yakın zamanlara kadar, başlangıç koşulları yeterince iyi bir şekilde bilindiği takdirde herhangi bir fiziksel sistem hakkında her zaman uzun vadeli doğru tahminler yapılabileceği varsayılıyordu. Doğadaki kaotik sistemlerin yaklaşık yüz yıl kadar önce keşfedilmesi bu anlayışın kökten yıkılmasına neden oldu.

Genelde lineer olmayan karmaşık sistemlerde yapılan ufak tefek oynamaların ilerdeki zamanda büyük değişikliklere yol açabileceğine dair bir teori. Yakın gelecekte olabilecek olayların tahminin kolay, daha ilerki zamanda olacak olayların tahminin zor olduğuna dair bir teoridir. Kaos teorisi için verilen en yaygın örnek kelebek etkisidir.

Hava tahmini söz konusu olduğunda “Kelebek Etkisi” dünyanın herhangi bir yerindeki bir kelebeğin kanat çırpmasının, bir yıl sonra dünyanın diğer bir tarafında bir fırtınanın çıkıp çıkmayacağında belirleyici rol oynayabileceği fikrine gönderme yapar. “Kelebek Etkisi” yüzünden artık hava tahminlerinin ancak kısa vadede doğru olabileceği, uzun vadeli tahminlerin ise, ne kadar gelişmiş bilgisayarlı yöntemle yapılırsa yapılsın, şansa dayalı kestirimlerden daha doğru olamayacağı kabul edilmektedir. Dolayısıyla doğada kaotik sistemlerin varlığı, belli bir derece doğruluğa sahip bir hareket tahmini yapabilmek üzere determinist fizik yasalarını uygulayabilme yetimize bir sınır koyuyor gibi gözükmekte. Kaosun keşfi evrenin tüm deterministik modellerinin merkezinde rasgeleliğin pusuda beklediğini ima ediyor gibi gözükmekte. Bu gerçekten yola çıkarak bazı bilimciler, neticede evrenin davranışının determinist olduğunu söylemenin anlamlı olup olmadığını sorgulamaya başladılar.

Teorinin Temel Önermeleri

1.Düzen düzensizliği yaratır.
2.Düzensizliğin içinde de bir düzen vardır.
3.Düzen düzensizlikten doğar.
4.Yeni düzende uzlaşma ve bağlılık değişimin ardından çok kısa süreli olarak kendini gösterir.
5.Ulaşılan yeni düzen, kendiliğinden örgütlenen bir süreç vasıtasıyla kestirilemez bir yöne doğru gelişir.

EVRENİN SIRLARI

Kendimizi şaşırtıcı bir dünyada bulmaktayız. Çevremizde gördüğümüz her şeyden bir anlam çıkartmak istiyor ve şu soruları soruyoruz: Evrenin doğası nedir? Onun içindeki yerimiz ne, o ve biz nereden geldik? Evren niye böyle?

Bu sorular yüzyıllar boyu batı ve doğu filozoflarının ve bilim adamlarının en büyük uğraşı olmuştur. Ömer Hayyam “Nereye Gidiyoruz” isimli rubaisinde:

Hep bu çember, dolanıp durduğumuz
Ne önümüz belli, ne sonumuz
Kim varsa bilen, çıksın söylesin:
Nereden geldik? Nereye gidiyoruz.

diye sormaktadır.

Yüzyılımızın başlarına kadar eski Yunan’da ortaya çıkıp batıda gelişen materyalist, deterministik ve mekanistik klasik fiziğe dayalı dünya görüşü daha sonra Newton’un geliştirmiş olduğu evrensel mekanik modele dayanmaktaydı. Gerçekten de bu temel, bütün bilimleri destekleyerek kendi felsefesini ve doğa anlayışını yaklaşık üç yüzyıl ayakta tutabilmişti.

Newton evreni, klasik Euclid geometrisinin üç boyutlu uzay görüşüne dayanmaktaydı. Bu gözün tasarlayabildiği ya da beyinin bir imge ile canlandırabildiği yani alışageldiğimiz uzaydır. Çünkü gözlerimiz ve beynimiz bu uzay içinde çocukluğumuz ve insan türünün evrimi boyunca oluşmuştur. İçinde tüm fiziksel olayların oluştuğu bu üç boyutlu uzay, hiç bir biçimde değişmezdi ve bütünüyle durağan bir özelliğe sahipti. Buna bağlı olarak da, fiziksel dünyada oluşan her türlü değişim, yine kendi içinde mutlak olan bir başka boyut yani zaman ile ifade edilebilmekteydi. Zamanın, maddesel dünya ile hiç bir bağı olmadığı ve geçmişten geleceğe doğru hiç durmaksızın değişmez bir şekilde özgürce aktığı kabul edilmişti.

Newton dünyasının mutlak zamanı ve mutlak uzayında hareket etmekte olan temel öğeler, maddesel parçacıklardan oluşmakta olup Newton onları; küçük, sert ve bölünemez varlıklar olarak düşünmekteydi. Ona göre söz konusu varlıklar, evrende bulunan tüm maddenin yapı taşlarını oluşturmaktaydılar.

Newton’a göre Tanrı yani yaratan, zamanın başlangıcında maddesel parçacıkları, aralarında etki eden kuvvetleri ve hareketin temel yasalarını yaratmıştı. Böylece evren, bir bütün olarak harekete geçmiş ve o andan itibaren değişmez yasaların yönettiği bir makina gibi hareket etmeyi sürdürmüştür.

Bu bağlam içinde, doğanın mekanistik bir biçimde yorumlanması, katı ve kesin bir determinizme yol açmıştı. Buna göre, evrende meydana gelen her şeyin kesin bir sebebi ve ayrıca da bundan doğan kesin bir etkisi ya da sonucu vardı. Eğer belirli bir anda sahip olduğu tüm ayrıntı bilgileri biliniyorsa, bir sistemdeki her bir öğenin geleceği mutlak bir kesinlikle önceden kestirilebilir hale gelmekteydi. Bu dünyada gerçek mutlaktı ve bizim onu sorgulayış biçimimizden bağımsızdı.

Geçen yüzyılın sonları ve yüzyılımızın başlarında özellikle Einstein özel ve genel görecelik kuramıyla birlikte, Quantum fiziğindeki gelişmeler Newton’un deterministik evrenini temellerinden sarstı. Zaman ve uzay kavramlarına bakış, neden-sonuç ilişkisinin kavranışı, madde ve enerji anlayışlarının değerlendirilmesi çok farklı bir hal aldı. Bu yeni bilimsel anlayış, insanın evreni ve kendisini algılayışı ile inançlarını derinden sarsmış, onları yeni temellere göre oluşan değişik bir anlayışa sürüklemiştir.

Evrendeki tekliği ve birliği kavramaya yönelik olan bu yeni anlayış biçimi, kendisini çok değişik biçimlerde göstermektedir.

20. yüzyılda, insanların düşüncelerini etkileyen bir çok keşif yapılmıştır. Aslında keşif dediğimiz şey, evrende varolan, ama belirişi ve görünüşü ile simgelerin ardında gizlenen bilgilerin ortaya çıkarılmasıdır. Unutulmamalıdır ki gerçeğin yalnızca yaklaşık bir yansımasını ortaya koyabiliriz. Bundan dolayı da elde ettiğimiz bütün akılcı bilgiler kaçınılmaz bir biçimde sınırlı kalmaya, yani geniş kapsamlı olmamaya mahkumdur. Bu buluşlardan en belli başlıları olan ve “Yeni Çağın” bilimsel anlayış düzeyini oluşturmakta etki yaratanlar şunlardır:

Bizim duyumsal algı alanımızı aşan bir dördüncü boyutun varlığından söz eden ve zaman ile uzayın, aslında birbirinden ayrılamayacağını ve bazen de birbirlerine dönüştüklerini bize gösteren, böylece de maddenin aslında bir enerji biçimi olduğunu kanıtlayan Einstein’ın “Görecelik Kuramı”.

Atom altı dünyaya inerek, oradaki gerçekliğin kendi algı dünyamızdan çok farklı olduğunu keşfeden, böylece evrende bağımsız tek tek nesneler olmadığını bize anlatarak, evrendeki her şeyin birbiriyle bağlı ve birbirine özdeş olduğunu ortaya koyan “Quantum Fiziği”.

Bütün varedilmişlerin aynı bütünün parçaları olduğunu, dolayısıyla hepsinin özlerinin bir ve birbirine eş bulunduğunu, her birimin bütünün bilgisini içinde taşıdığını ve ona uygun gelişme sağlanırsa, bütünün tam görüntüsünü yansıtabileceğini ileri süren, bütün bilgilerin her an ve her yerde kullanıma hazır bulunduğunu söyleyen, böylece de bütün evrenin birbirinin kardeşi, hatta insanın kendisi olduğu bilgisini simgeleyen “Hologram Kuramı”.

Bu üç dev keşif te, aslında tek bir şeyi: Evrendeki tek’liği ve bir’liği göstermektedir. Evrende her şey birbirine bağlıdır, bağdaşıktır ve aynı gerçekliğin farklı yönlerini ya da belirişlerini yansıtırlar. Birbirinden ayrı ve bağımsız birimler yoktur. Madde enerjinin yoğunlaşmış bir şeklidir. Algılayabildiğimiz dünya ne madde ne de ruhtur, fakat görülmeyen enerjinin belli bir düzeyidir (buna alan da denilmektedir). Hepimiz aynı bütünün parçalarıyız ve içimizde aynı özü taşıyoruz. Bilgi her an ve her yerdedir. Çünkü ilerde de görüleceği gibi görecelik ve kuantum teorilerine göre üçüncü boyutun ötesinde ve frekanslar alanında, zaman ve uzay da birbirinin aynıdır. Hem vardır, hem de yoktur. Bunları uzatmak olasıdır ama şunu da unutmayalım ki “bilgi sorumluluktur”. Çünkü bilmemek işin sezgiye teslimiyetidir. Ama bilmek işe doğası gereği düalist olan akıl karıştığından insanı yolundan saptırma eğilimindedir. Onun için, bilgi sorumluluktur.

Biz hepimiz birbirimize ve tüm evrene karşı sorumluyuz. Bir an için evreni bir insan bedeni, bütün varedilmişleri de, onun hücreleri olarak tasarlarsak bundan çıkacak sonuçları şöyle sıralayabiliriz:

- Bütün hücreler birbirinden haberdardır. Birinin iyiliği, hepsinin iyiliği, birinin bozukluğu, hepsinin yani bedenin bozukluğudur.

- Bütün hücreler hem kendilerinden, hem de birbirlerinden sorumludurlar. Hepsi aynıdır, eşdeğerdedir ve çabaları kendileri için olmakla beraber aslında bütün için çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bizler ayrı ayrı değil bir bütünün parçalarıyız.

- Egonun, bencilliğin ve sahip olma tutkusunun yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. Bedendeki kanserli hücre, kendi iyiliği ve gelişmesi için aşırı derecede büyür. Yanındaki hücrelerin gıdalarını da kendine alır, diğer hücrelerin aleyhine giderek gelişir. Tek başına her şey iyidir ve o hücre kocaman olmuştur. Ama bütün açısından bakınca o bütünlük bundan zarar görmüştür ve bu hücrenin aşırı büyümesi, bedenin ölümüne yol açmaktadır. Kanserli hücre de kendini büyütüyor sanırken, aslında bindiği dalı kesmekte ve diğer hücrelerle birlikte kendi sonunu ve yok oluşunu da hazırlamaktadır. Lao Tse’nin dediği gibi “Dünyadaki insanlar güzeli güzelde tanırlarsa; böylece doğar kabulü çirkinliğin”.

Biz bugün bütünüyle birbirine bağlı, psikolojik, toplumsal, biyolojik ve çevresel olaylar çerçevesinde topyekün birbirine bağlanmış ve örülmüş bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyayı ve parçası olduğumuz evreni anlamak, onu dile getirebilmek için eski Descartes ve Newton’cu anlayışları aşan bir dünya görüşüne ve değişik bir perspektife gereksinim duymaktayız. Bu yeni perspektif, Görecelik ve Quantum teorileriyle bunu en iyi açıklayan felsefe olan mistisizm yani tasavvuf’tur.

Quantum Latince miktar demektir. Fizik terimleri arasına girmesi atomlar düzeyinde, enerji gibi bazı büyüklüklerin ancak “belli miktarlarda” alınıp verilebilmesinin bulunmasıyla olmuştur. Quantum teorisinin gelişmesi 1800’lerin son on yılından başlayarak Maxwell, Niels Bohr, Einstein, Heisenberg, Schrödinger gibi fizikçilerin çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Quantum fiziğinin özü Einstein’ın özel ve genel görecelik kuramından çıkmıştır. Özel görecelik kuramına göre, dünyanın tüm iyi bilinmeyen özelliklerinin kökeninde, tüm maddi nesnelerin hareketleri arasındaki görecelik ve ışığın hızının mutlak oluşunun karşılıklı ilişkisi yatmaktadır. Basitçe söylenirse düzgün bir hareketle birbirine göre yer değiştiren iki araç yardımıyla ölçülen ışık hızının her zaman aynı kaldığı varsayılabilir. Bu varsayımın sonuçlarını çözümleyen Einstein, o zamana kadar mekaniğin en dokunulmaz olarak kalan ilkesi olan mutlak zaman ilkesini sarstı. Görecelik ilkesi doğru ise zamanın bir mutlak büyüklük olması doğru değildir. Saatini benimki ile ayarladıktan sonra bir yolcu, araba ile gezintiye çıkar ve ben evde kalırsam, onun dönüşünde ikimizin de saati sonuç olarak aynı zamanı gösterecektir. Bununla birlikte, yolcu daha artan bir hızla gezinir ve hızı ışığın hızına yaklaşırsa, saatlerimizin gösterdikleri zaman arasında yavaş yavaş bir farkın ortaya çıktığı görülecektir. Yolcunun saati evde kalanınkine göre daima geri kalacaktır ve bu geriye kalma da hesaplanabilmektedir.

Zaman mutlak değilse, uzayla zamanı kesin olarak farklı iki varlığa ayırmak olanağı yoktur. Gerçekten de hareket, uzayda, zamanın akışı ile yakalanan bir yer değiştirmedir; ama zamanın akışının kendisi de hareketin hızına, yani uzayda aşılan uzaklığa bağlıdır. Bu nedenle, uzayla zamanı, dört boyutlu bir tek uzayda birbirine bağlanmış olarak düşünmek ve buna uzay-zaman adını vermek daha elverişlidir. Böylece Einstein, görecelik kuramının önermelerinin, klasik fiziğin enerji ve kütlenin ayırımı ve ayrı korunum yasaları olması düşüncesinin bırakılmasını gerektirdiğini keşfetti. Bu sarsıcı keşif onun E=mc2 denkleminde özetlenmiş olan şeydir. Basitçe kütle ve enerji aynı şeyin farklı görünümleridir. Çevremizde gördüğümüz tüm kütle bir çeşit bağlı enerjidir. Bu bağlı enerjinin küçük bir miktarı bile serbest kalsa, sonuç, bir nükleer bombanınki gibi, müthiş bir patlama olurdu. Şüphesiz, bunun olabilmesi için tıpkı nükleer silahlarda olduğu gibi çok özel fiziksel koşullar gereklidir. Fakat, zamanın başlangıcında, evreni yaratan büyük patlama sırasında, kütle ve enerji serbestçe birbirine dönüşmekteydi. Şimdilik, bilinen maddenin temel yapısı olan en küçük kütle quarklardır. Büyük patlama sonucu evren genişleyip soğudukça karşı quarklar ve quarklar birleşip birbirini yok edecek, ama karşı quarklardan daha çok quark olduğundan geriye bir miktar quark kalacaktır. Bugün gördüğümüz ve bizi oluşturan madde işte budur. Öyleyse bizim varlığımızın ta kendisi, salt niteliksel olsa bile, büyük birleşik kuramların bir doğrulaması olarak görülebilir. Belirsizlikler o kadar fazladır ki, geriye kalan quarkların sayısını kestirmek, hatta geriye kalanların quark mı yoksa karşı quark mı olacağını söylemek olanaksızdır. Hoş, geriye kalanlar karşı quark olsaydı, quarklara karşı quark, karşı quarklara da quark deyip işin içinden çıkardık ve görecelik kuramına göre ikisi de doğru olurdu.

Buna uygun bir Tao’cu bilge şöyle der: “Eğer bir başlangıç varsa, bu başlangıcın da öncesi vardır. Eğer varolma varsa, varolmama da vardır. Ve eğer hiçliğin varolduğu bir zaman varsa hiçliğin dahi varolmadığı bir zaman vardır. Aniden hiçlik varolur. Dolayısıyla, bir kimse, varolma veya varolmama kategorilerinden hangisine ait olduğunu söyleyebilir mi?” Başka bir deyişle değişik kategorileri bir bütün içine koyabilirsek kategorilerdeki değişiklikten söz edilemez. Dolayısıyla hangi quark ‘ın olduğu önemini kaybeder

Zaman ilerledikçe galaksilerdeki hidrojen ve helyum gazları, kendi kütlelerinin çekimi altında çöken küçük bulutlara bölüneceklerdir. Bulutlar büzüldükçe ve içlerindeki atomlar birbiriyle çarpıştıkça sürtünmeden dolayı gazın sıcaklığı artacak ve giderek çekirdek kaynaşması reaksiyonunu başlatacak kadar ısınacaktır. Reaksiyon sonucu hidrojen daha fazla helyuma dönüşecek ve açığa çıkan ısı, basıncı yükselterek bulutları daha fazla büzülmekten alıkoyacaktır. Güneşimize benzer bir yıldız olarak, hidrojen yakıp helyuma dönüştürerek çıkan enerjiyi ısı ve ışık biçiminde yayacak ve bu kararlı durumda çok uzun süre kalabileceklerdir. Daha kütleli yıldızlar daha kuvvetli olan kütlesel çekimlerini dengeleyebilmek için daha sıcak olmak zorundadırlar. Bu da çekirdek kaynaşması reaksiyonunu o denli hızlandırır ki, bu yıldızlar hidrojenlerini yüz milyon yıl kadar kısa sürede bitirirler. O zaman biraz büzülecekler ve ısınmaları arttıkça bu kez helyumu karbon ya da oksijen gibi daha ağır elementlere dönüştürmeye başlayacaklardır. Ancak bundan, daha fazla enerji açığa çıkmayacaktır. Bundan sonra ne olduğu tümüyle açık olmasa da çekirdeğe yakın bölgelerin çökerek nötron yıldızı veya karadelik gibi atomların bile varolmadığı yalnızca parçacıklardan oluşan çok yoğun bir duruma gelecekleri varsayılıyor. Yıldızın dış bölgeleri bazen parlaklığıyla kümedeki öteki yıldızları bastıran korkunç bir süpernova patlaması ile savrulacaktır. Yıldızın ömrünün sonuna doğru oluşan ağır elementlerin bir bölümü galaksideki gaza eklenerek bir sonraki kuşak yıldızların hammaddesine katkıda bulunacaktır. Bizim kendi güneşimiz bu daha ağır elementlerden yüzde iki oranında içerir, çünkü o da eski süpernovaların kalıntılarından beş milyar yıl kadar önce oluşmuş ikinci ya da üçüncü kuşak bir yıldızdır. O buluttaki gazın çoğu ya güneşin oluşumuna gitti ya da uçup uzaklaştı; ama ağır elementlerin küçük bir miktarı bir araya gelerek bugün güneşin etrafında dönen cisimleri, aralarında dünyamızın da bulunduğu gezegenleri oluşturdular.

Yıldızlar arasındaki uzayın büyük kısmı boştur, veya hemen hemen boştur. Katı diye bildiğimiz maddelerde bile atom çekirdeği ile elektronlar, hatta çekirdeği oluşturan parçacıklar arasında dahi çok büyük boşluklar vardır. Hemen hemen her şey boşluktur. Yani bizler boşluktan oluşuruz.

0 yorum

Yorum Gönder