-

| 0 yorum ]

Gülünün Solduğu Akşam - Erdal ÖZ

Arkadaşlarımla kitaplar hakkında konuşurken arada derede "Şu kitabı da öneririm." diye geçen ve içeriğinden biraz söz edince ilgimi çeken ve hemen başladığım kitap...

Kitabı alalı bir hafta olmuştu ama bugün başladım.İlk sayfada koptum,Erdal Öz'ün önsözüyle...

Merak ettiğim bir konuydu Deniz Gezmiş ve diğer üç arkadaşının yaşadıkları, kaldı ki, Erdal Öz cezaevinde onlarla geçirdiği kısacık zaman diliminde onlardan birşeyler öğrenebilmişti ve Deniz Gezmiş ona şöyle dedi: "Sen aramızda bulunan tek yazarsın, bizi sen yazacaksın."

"Anı, belge, anlatı" temelinde roman olarak okunabilecek güzel bir kitap... Eğer bu konuya ilgiliyseniz ve merak ettikleriniz varsa, tavsiyemdir... Sonunda ağlatabilecek bir kitap.

Yazar'dan:

"'Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil' ve daha niceleri. Mamak Askeri Cezaevinde bu çocukların çoğuyla konuşmuştum.

Deniz'le anlaştığımız gibi, tuttuğum notlardan yola çıkarak bir roman yazacaktım. Sorduğum sorularla onları sürekli küçük ayrıntılara yöneltmeye çalışmıştım.

Roman, bu ayrıntılardan doğup gelişecekti. Ne yazık ki iş yarım kaldı. Hele belgesel bir roman için elimdeki notların yetersizliğini görünce böyle bir çalışmaya girmekten vazgeçmek zorunda kaldım. Yıllar sonra, bir başka biçimlemeyle, sonunda oluşturabildim bu kitabı.

'Gülünün Solduğu Akşam', serüven dolu sürükleyici bir roman gibi de okunabilir. Ama acı ve hüzün yüklü bir kitap olduğu da bilinmelidir. Anı, belge, anlatı karışımı bu kitabı dilerseniz bir roman gibi okuyun; yeter ki sizde bırakacağı hüzün kalıcı olsun." (arka kapak...)

alıntı:N.T(sevgiadasi.com)

| 0 yorum ]

Image

21 Aralık 1840'ta Tekirdağ'da doğdu, 2 Aralık 1888'de SakızAdası'nda öldü. Asıl adı Mehmed Kemal'dir,

1863'te Babıali Tercüme Odası'na kâtip olarak girdi. Dört yıl çalıştığı bu görev sırasında dönemin önemli düşünürve sanatçılarıyla tanışma olanağı buldu. 1865'te kurulan ve daha sonra yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin görüşleri doğrultusunda yaptığı yayın sonucu 1867'de kapatıldı. Namık Kemal de İstanbul'dan uzaklaştırılmak için Erzurum'a vali muavini olarak atandı. Bu göreve gitmeyi çeşitli engeller çıkarıp erteledi ve Mustafa Fazıl Paşa'nın çağrısı üzerine Ziya Paşa'yla birlikte Paris'e kaçtı. Bir süre sonra Londra'ya geçerek M. Fazıl Paşa'nın parasal desteğiyle Ali Suavi'nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. Ama Ali Suavi'yle anlaşamaması üzerine Muhbir'den ayrıldı.

1868'de gene M. Fazıl Paşa'nın desteğiyle Hürriyet adı altında başka bir gazete çıkardı. Çeşitli anlaşmazlıklarsonucu, Avrupa'da desteksiz kalınca, 1870'te zaptiye nazırı Hüsnü Paşa'nın çağrısı üzerine İstanbul'a döndü. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872'de İbret gazetesini kiraladı. Aynı yıl burada çıkan bir yazısı üzerine gazete hükümetçe dört ay süreyle kapatıldı. Namık Kemal gene İstanbul'dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistire oyunu, 1873'te Gedikpaşa Tiyatrosu'nda sahnelendiğinde halkı coşturup olaylara neden oldu.

Bu haberi İbret gazetesinin yazması üzerine o sırada İstanbul'a dönmüş olan Namık Kemal birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Bu kez kalebentlikle Magosa'ya sürgüne gönderildi. 1876'da I. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi'yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca II. Abdülhamid Han'ın Meclis-i Mebusan'ı kapatması üzerine tutuklandı. Beş ay kadar tutuklu kaldıktan sonra Midilli Adası'na sürüldü. 1879'da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884'te Rodos, 1887'de Sakız Adası'na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu'da Bolayır'da gömüldü.

Namık Kemal ilk şiirlerini çocuk denecek yaşlarda yazmaya başlamıştır. İstanbul'a geldikten sonra eski ve yeni kuşaktan şairlerin bir araya gelerek kurdukları Encümen-i Şuârâ'ya ve kimi Divan şairlerine nazireler yazmıştır. Şinasi'yle tanışıncaya değin, şiirlerinde tasavvuf etkileri görülür. Bu dönemde özellikle Yenişehirli Avni, Leskofçalı Galib gibi şairlerden etkilenmiştir. Şinasi'yle tanışmasından sonra şiirlerindeki içerik de değişmiştir. Günlük konuşma dilinden alıntıların yanı sıra, o zamana değin geleneksel Türk şiirinde görülmemiş olan "hürriyet kavgası", "esaret zinciri", "vatan", "kalb-i millet" gibi yepyeni kavramlarla birlikte, doğrudan doğruya düşüncenin aktarılmasını amaçlayan bir tür "manzum nesir" oluşturmuştur.

Bosna-Hersek Savaşları, 93 Savaşı gibi olayların yarattığı sonuçlar, onun yazdığı vatan şiirlerini etkilemiştir. Bu şiirlerin en tanınmışları arasında "Vâveyla", "Vatan Mersiyesi", "Vatan Şarkısı" ve "Hürriyet Kasidesi" yer alır. Namık Kemal şiirleriyle şiir tekniğine büyük bir katkıdabulunmuş sayılmazsa da o günler için alışılmamış diri bir sesle konuşmuş olması ve yapıtlarına kattığı yeni kavramlarla Türk şiirini Divan şiirinin edilgen edasından kurtarmıştır. Bütün bu nitelikler onun Vatan Şairi olarak anılmasına yol açmıştır.

Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistire yalnız ülke için değil, Avrupa'da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Magosa'dayken yazdığı Gülnihal'de baskıya ve zulme karşı duyduğu tepkiyi dramatik bir biçimde dile getirmiştir. Oyunun sahnelenmesinde pek çok bölüm sansür tarafından çıkarılmıştır. Namık Kemal yine Magosa'da yazdığı Akif Bey'de, yurtsever bir deniz subayının göreve koştuğu sırada karısının kendisine bağlılık göstermeyişini anlatırken, ahlaksal bir yorum da getirir.

Zavallı Çocuk'ta görücü yoluyla evlenmeye karşı çıkar. On beş perdelik Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal'in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Oyun, Moğollar'a karşı İslam dünyasını koruyan Celaleddin Harzemşah'ın kişiliği çevresinde gelişir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal'in ilk romanı olan İntibah 1876'da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsalve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında birbaşlangıç sayılabilir. Eleştirmenler Namık Kemal'in bu romanda yüksek bir edebi düzey tutturamadığı görüşündebirleşirler. Dört yıl sonra yayımladığı Cezmi, tarihsel bir romandır.

Kırım Şehzadesi Adil Giray'ın yaşadığı aşk ve Cezmi'nin onu kurtarmak isterken geçirdiği serüvenlerle gelişen romanda, Namık Kemal'in tam anlamıyla Avrupa Romantizmi'nin etkisinde olduğu izlenir. Namık Kemal'in yaşamı boyunca ilgi duyduğu alanlardan birisi de tarihtir. Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş ve yükseliş dönemlerini anlattığı Devr-i İstila yayımlandığında büyük ilgi görmüştür. 1872'de çıkan Evrak-ı Parişan'da, Selahaddin Eyyubi, Fatih gibi tarihi kişilikleri, Barika-i Zafer'de İstanbul'un alınışını anlatır. Ahmed Nâfiz takma adıyla yayımladığı Silistire Muhasarası ve Kanije, yine Osmanlı tarihine ilişkin kahramanlık olaylarını ele alan kitaplardır. Namık Kemal'in, tarih konusunda en kapsamlı çalışması olan Osmanlı Tarihi'nde, Hammer'in etkisinde kaldığı, yapıtın bilimsel olmaktan çok, eğitici değer taşıdığı konusunda görüşler ileri sürülmüştür.

Yarım kalan bu yapıtın ilk basımı II. Abdülhamid tarafından yasaklanmıştır. 1975'te yayımlanan Büyük İslam Tarihi adlı yapıtındaysa Namık Kemal, İbn Haldun, İbn Rüşd gibi yazarlardan yararlanmış olduğunu belirtmiştir. Namık Kemal romanı ve tiyatroyu toplumsal yaşama soktuğu gibi, edebiyat eleştirisini de Türkiye'ye ilk getiren kişilerden biri olmuştur. En önemli eleştiri eserleri Tahrib-i Harâbât ile Takip'dir. Eleştirilerinde canlı, dolaysız bir üslup kullanmıştır. Tahrib-i Harâbât, Ziya Paşa'nın Harâbât adlı güldestesine karşı yazılmış sert bir eleştiri niteliğindedir. Takip de yine aynı güldestenin ikinci cildini eleştirir. Mukaddeme-i Celal eleştirisinde Namık Kemal, Batı edebiyatı ile Doğu edebiyatını karşılaştırmış, tiyatro, roman türleri üstünde durmuştur. Namık Kemal gazeteci olarak da Türk kültürü içinde önemli bir yer alır.

Döneminin hemen hemen bütün yenilik yanlısı ve ilerici gazetelerinde yazmıştır. Siyasal ve toplumsal sorunlardan edebiyat, sanat, dil ve kültür konularına dek çok çeşitli alanlarda yazdığı makalelerin sayısı 500 kadardır. Bunlarda düzyazıdaki üstün yeteneğini ortaya koyduğu ve çok etkili bir üslup yarattığı kabul edilir.

ESERLERİ:

Oyun: Vatan Yahut Silistire, 1873 (yeni harflerle, 1940); Zavallı Çocuk, 1873 (yeni harflerle, 1940); Akif Bey, 1874 (yeni harflerle, 1958); Celaleddin Harzemşah, 1885 (yeni harflerle, 1977); Kara Belâ, 1908.

Roman: İntibah, 1876 (yeni harflerle, 1944); Cezmi, 1880 (yeni harflerle, 1963).Eleştiri: Tahrib-i Harâbât, 1885; Takip, 1885; Renan Müdafaanamesi, 1908 (yeni harflerle, 1962); İrfan Paşa'ya Mektup, 1887; Mukaddeme-i Celal, 1888.

Tarihsel Yapıt: Devr-i İstila, 1871; Barika-i Zafer, 1872; Evrak-ı Perişan, 1872 (yeni harflerle, 1973); Kanije, 1874; Silistire Muhasarası, 1874 (yeni harflerle, 1946); Osmanlı Tarihi, (ö.s.), 1889 (yeni harflerle, 3 cilt, 1971-1974); Büyük İslam Tarihi, (ö.s.), 1975.

Çeşitli: Rüya, 1893; Namık Kemal'in Mektupları, Ö.F. Akün (yay.), 1972.


Namık Kemal

| 0 yorum ]

Eskiye tepki: Garip şiir akımı

Yalnız eski şiire değil, Nazım Hikmet şiirine de tepki olan Garip akımı üç ozanın adına bağlanır: Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday.

Üç arkadaş Varlık dergisinde ölçüsüz, uyaksız, şairanelikten uzak yeni bir şiir akımı başlatır (1936), bu yoldaki şiirlerini Garip adlı bir kitapta toplarlar (1911). Garipçiler adıyla anılmalarının nedeni de budur.

Yeni akımı özellikle Nurullah Ataç destekler. Garip devinimi birçok genç izleyici bulduğu gibi, dönemin ünlü ozanlarını da etkiler. Orhan Veli’nin yazdığı "Garip" önsözü bir bakıma bu yeni şiir deviniminin bildirisidir. Ama üç ozanın birlikteliği uzun sürmez. Kitabın ikinci basımı yalnız Orhan Veli’nin şiirleriyle yayımlanır (1945). Ayrıca Orhan Veli, kitabına "Garip İçin" başlıklı ikinci bir önsöz eklemek gereğini duyar. Nitekim Garip devinimi sonraları, gerek bu nedenle, ama asıl Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ı şiiri ayrı bir çizgide sürdürmeleri sonucu Orhan Veli’nin adına bağlanmıştır.

Garipçilerin dayandıkları ilkeler kısaca şöyle özetlenebilir: "Konuşma dilinin doğallığı içinde şiirsel deyişleri bulmak, gündelik yaşamın sorunlarına ve küçük adamlara eğilmek, söylev havasından kurtulmak, süslerle söz oyunlarından yardım beklememek, ölçü-uyak-biçim tutsaklığında nazım kolaylığına düşmemek, dünya görüşlerine bağlı kalarak yaşamak ve özgürce yazmak." (Rauf Mutluay).

Ama Orhan Veli’nin kendisi de kitabının ikinci basımında sanat anlayışını gözden geçirmek gereğini duyacaktır. Özellikle şiirsel gelenek, biçim konularında daha esnek bir tutuma girmiştir. Nitekim ikinci kitabı Vazgeçemediğim’den (1945) başlayarak şiirini değiştirdiği görülür. "Kimi şiirlerde akıl çizgisinden duygu çizgisine kayılır, mizah ve şaşırtma bırakılır, yer yer uyağa ve sıfata başvurulur, sözcük tekrarlarından, müzikten yararlanılır. Hepsinden önemlisi, halk şiirinin dil ve deyişine özenilir" (Asım Bezirci).
En ilginç gelişme ise özdedir: Toplumcu şiire yaklaşır Orhan Veli de.

Garip devinimi, gerek ilk yıllarında, gerekse sonraları, değişik sanat anlayışlarına bağlı olanlarca değişik biçimlerde değerlendirilmiştir. Geleneğe bağlı olanlar, Orhan Veli ve arkadaşlarını şiiri ayağa düşürmekle suçlarken; toplumcular, Garipçileri, toplumcu şiiri engelleyen, yozlaştırmayı amaçlayan ve küçük burjuva duyarlığını geliştirmeye çalışan bir devinimin başlatıcısı olarak gördüler. Yazın tarihçileri ise, Garip devinimini genellikle yeni şiirin başlangıcı saydılar.

Bugün de bu tutumların pek değiştiği söylenemez. Ama nesnel bir değerlendirmeyle, Garip deviniminin Türk şiirinin gelişim sürecinde önemlice bir yeri olduğunu söylemek gerekmektedir. Doğrudur; toplumcu şiirin yasaklanmaya çalışıldığı, toplumcu ozanların kovuşturulduğu ve Nazım Hikmet’in susturulduğu bir dönemde Garip’in yeşermesi rastlantı sayılamaz. Orhan Veli ve arkadaşlarının "serbest nazım" anlayışıyla şiirler yazmaları, bu alanda en çok Nurullah Ataç’tan destek görmeleri sanatın siyasal dışı tutulması eğiliminin iktidarca da desteklenmesi sonucudur. Ama bu, konunun olumsuz görünen bir yüzüdür.

Öteki yüzde ise, Türk şiirinin yeni biçim ve söyleyiş olanaklarıyla zenginleştirilmesi, sokaktaki insanın duyarlığına açılması, gündelikleştirilmesi vardır. Garip’in Birinci Yeni olarak adlandırılmasıdır. Türk şiirinin Tanzimat döneminde başlayan yenileşme sürecinde, Garip beşinci, altıncı yeniliktir. Cumhuriyet sonrası alındığında da yeni Türk şiirinin kurucusu Nazım Hikmet’tir. Garip ise bu yenileşme sürecinde bir ayrıntıdır. Ama bütünün onsuz olamayacağı bir ayrıntı.

Atilla ÖZKIRIMLI...

| 0 yorum ]

GEBELİKTE DÜŞÜKLERE KARŞI ÖNLEM

Arslanpençesi: Olası düşükleri önlemek amacıyla, gebeliğin üçüncü ayından sonra her gün arslanpençesi çayı içilmelidir. Yarım tatlı kaşığı ince kıyılmış bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar derecede sıcak suyla haşlanır ve yarım dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 2-4 bardak taze demlenmiş çay soğutulmadan yudumlanır.

Gürgen ağacı: Gürgen ağacının genç sürgünleri uzun süre kullanılarak düşüklere karşı önlem alınabilir.
Bir avuç dolusu ince kıyılmış taze sürgün yarım litre sütün içinde kısaca kaynatılır. Süzülen sütün içine bir yumurta sarısı eklenir ve herkesin kendi yöntemine uygun biçimde, bir un çorbası hazırlanır. Haftalarca ve hatta hiç çekinmeden aylar boyunca, akşam yemeklerinden önce bir tabak çorba içilir.

Kekik: Yarım tatlı kaşığı kekik, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar derecede sıcak suyla haşlanır ve yarım dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 2 bardak taze demlenmiş çay soğutulmadan yudumlanır.

Bitki karışımı: Eşit oranda ince kıyılmış arslanpençesi ve civanperçemi iyice harmanlanır. Yarım tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar derecede sıcak suyla haşlanır ve yarım dakika demlendikten sonra süzülür. Gün boyuna yayılarak 2-3 bardak taze demlenmiş çay soğutulmadan yudumlanır.

Böğürtlen yaprağı(çevirenin önerisi): Yarım tatlı kaşığı ince kıyılmış böğürtlen yaprağı(taze bitki daha etkilidir), orta boy bir su bardağı dolusu kaynar derecede sıcak suyla haşlanır ve iki dakika demlendikten sonra süzülür. Gebelik boyunca her gün 1-2 bardak taze demlenmiş çay soğutulmadan yudumlanır.

| 0 yorum ]


MUCİZEVİ RHOSSOUL

Dünya üzerinde %75’i Fas’ın sınırlarında yer alan büyük kayaçlardan elde edilen rhassoul adlı çamur, yüz yıllardır doğu kadınlarının güzelliğine yaptığı katkıyı Avrupa’ya taşıdı.
Avrupalı hanımlar arasında son zamanlarda son derece moda olan “rhassoul”, arapça “gassoul” yani, bizim alıştığımız okunuşuyla “gusül” kelimesinden geliyor ve yıkanmak demek. Hijyen ve güzellik sağlayan bu killi toprak temizleyici arındırıcı özelliklerinden dolayı yıkanmak kelimesiyle adlandırılmış. Faslı hanımlar tarafından kullanılan rhassoul; silisyum, karbonat, magnezyum, demir oksitleri, potasyum, sodyum ve kalsiyum içeriyor.

Bazılarının “siyah sabun” dediği rhassoul’un etkileri ise şöyle:
* yağı ve kiri saçtan emiyor.
*her türlü saç ve cilde iyi gelen dengeleyici bir bakım kürü sağlıyor.
*kimyasal artıklara kadar, kullanılan kozmetik malzemelerin saçta bıraktığı kalıntıları temizleyebiliyor.
* saçın üst tabakasını oluşturan hücrelerin birbirine yapışmasını sağlayarak saçın kırılmasını önlüyor.
* saçın doğal halde tutması gereken %8 nem oranını barındırmasına yardımcı oluyor.
* ölü hücreleri temizliyor ve yenilerinin oluşmasına olanak sunuyor.
* saç derisinde bulunan sebun adlı yağ bezlerinin salgılarını düzenliyor.
Rhassoul’un günümüzde şampuanları, sabunu ve çeşitli işlevleri olan maskeleri de bulunuyor. Doğal hali ise macun şeklinde; toz halindeki toprağı sulandırarak ya da kurutulmuş çamur parçalarını eriterek elde ediliyor.

1001 DOĞAL REÇETE İlaçları, kimyasal temizlik ürünlerini kullanmaktan bıktıysanız ve doğal yöntemlerle pratik çözümler peşindeyseniz işte size Laurel Vukovic’in 1001 Doğal Reçete’si...
Doğal Sağlık (National Health) dergisi, en çok okunan bitkilerle tedavi yöntemlerin anlatıldığı yazılarını kitap haline getirdi. Laurel Vukovic’in hazırladığı bu köşede baş ağrısından ağız-diş sağlığına, gripten sivilce tedavisine, mutfak temizliğinden çiçek bakımına kadar aklınıza gelebilecek her konuda doğal yollar anlatılıyor. İlaçları, kimyasal temizlik ve kozmetik ürünlerini kullanmaktan bıktıysanız ve doğal yöntemlerle pratik çözümler peşindeyseniz Laurel Vukovic’in 1001 Doğal Reçete’sine (Kaknüs Yayınları) bakabilirsiniz. İşte size Vukovic’den birkaç öneri...

Baş ağrısına bitkisel son
Başınız ağrıdığında hemen ağrı kesici ya da aspirin içmenize gerek yok. Bir bardak zencefil, papatya ve ıhlamur çayı kasları ve sinirleri gevşettir. Ağrıya sebep olan kimyasal maddelerin az salgılanmasını sağlar. Çayın tarifi şöyle: 1 tatlı kaşığı kıyılmış zencefil kökü, 1 tatlı kaşığı kuru papatya, 1 tatlı kaşığı ıhlamur karışımından yapacağınız çayı isterseniz bir kaşık balla tatlandırarak sıcak içebilirsiniz.
Rahatlayın...
Baş ağrısını hafifletmek için dayanabileceğiniz kadar sıcak suyu bir leğene koyun ve ayaklarınızı 15 dakika içinde tutun. Bu sırada buzlu suda bekletilmiş bir havlu ya da bezi başınızın ağrıyan kısmına koyun. Bu, ayak damarlarınızın sıcaktan genişlemesini ve kanın ayaklarınıza gitmesini sağlarken, soğuk bez de beyin damarlarınızın büzüşmesine ve daha az kanın gitmesine sebep loru. Ve ağrınızı hafifletir, sizi rahatlatır.

Bitkiler depresyona karşı!
Çok streslisiniz, hatta depresyonda da olabilirsiniz. Bir bardak bitki çayı sizi rahatlatacaktır. Papatya ve kedi nanesi çayı yapabilirsiniz. Bir tatlı kaşığı kuru papatya ile bir tatlı kaşığı kuru kedi nanesini bir bardak suda demlendirdikten sonra süzüp içebilirsiniz.
Lavanta kokladım biraz gevşedim
Rahatlamak için lavanta koklayın. Lavanta yağını bir mendile damlatın. Ara ara koklayın.

Uykusuz musunuz?
İyi bir uyku için çarkıfelek ve kuru papatya çayı yapabilirsiniz.

Bağırsak sorunları için
İshal: İshal için muz ve keçiboynuzu yiyin. İsterseniz muzu yoğurda katıp keçiboynuzu tozu serperek de yiyebilirsiniz. Kabızlık: Sabah kalkar kalkmaz bir bardak ılık suya yarım limon suyu karıştırıp için.

Hazımsızlık ve gaz sancıları
Zencefil, rezene tohumu ve kuru naneden yapacağınız çay birebirdir.
Ballı yoğurtlu yüz kesesi
Bir tatlı kaşığı öğütülmüş badem
2 tatlı kaşığı ince öğütülmüş yulaf
1 çorba kaşığı az yağlı yoğurt
1 tatlı kaşığı az yağlı yoğurt
1 tatlı kaşığı bal
1 damla lavanta esansiyel yağı
Malzemeleri karıştırın, cildinizi ılık su ile nemlendirdikten sonra karışımı nemli cilde uygulayın. Yüzünüzü ılık su ile durulayın, ardından tonik ve nemlendirici sürün.

Sivilce tedavisi
Sivilceleri sıkmayın. Onun yerine günde birkaç defa dönüşümlü olarak sıcak ve soğuk el bezleriyle kompres yapın. Bir dakika sıcak kompresin ardından bir dakika soğuk kompres yapın. Böylece kan dolaşımı hızlanarak cilt iyileşir. Son olarak yumuşak bir dokunuşla çay ağacı esansiyel yağı uygulayın.

Evinizi çiçeklerle güzelleştirin ve havasını temizleyin
Evde neden çiçek yetiştiririz? Sadece güzel görüntüleri için değil, evin havasını tazelemeleri için de. Mesela aloe vera (sarı sabır), devetabanı, kurdele çiçeği, kauçuk, duvar sarmaşığı, barış çiçeği ve schefflera gibi ev bitkileri evdeki havayı Karıncaları öldürmeyin, kovun!
Lavanta, nane, karıncaları evinizden uzak tutacaktır. Kapı önlerine veya cam önlerine bu bitkilerden ektiğiniz saksıları koyabilirsiniz.
temizliyorlar.

Hamamböceğine hoşçakal
Hamamböcekleri okaliptüs ya da biberiye yağlarının kokusunu sevmezler. Birkaç damla yağı pamuk parçalarına damlatın ve hamam böceği gördüğünüz yerlere koyun. Etkisi devam etsin diye pamuğu birkaç günde bir tazeleyin.

Sinek kovar kaseler
Birkaç kasenin içine taze limon ve portakal kabuğu rendesi ve kuru karanfil taneleri doldurun. Evin uygun köşelerine koyun.

Zor kirler için cam temizleyicisi
250 ml beyaz sirke, dörtte bir tatlı kaşığı doğal sıvı bulaşık sabunu ile 250 ml ılık suyu bir sprey şişesinde karıştırıp çalkalayın. Sert yüzeylere püskürterek iz bırakmayan, temiz bir havluyla silin.

Doğal öksürük şurubu
Anason, meyan kökü ve (arzu edilirse) yabani kara kiraz ağacı kabuğunu, ağzı kapalı bir kaptaki suyun içinde 15 dakika süreyle kaynatın. Ateşten alıp kekik ilave edin. Ağzını kapayıp oda sıcaklığına gelene kadar soğumaya bırakın. Süzün ve bal ilave edin. Buzdolabında ağzı kapalı bir kavanozda üç ay muhafaza edebilirsiniz. Öksürüğü yumuşatmak için ihtiyaç duydukça bir tatlı kaşığı alın.

Ülsere meyan kökü
Ülser hastaları sanıldığının aksine baharat yiyebilirler. Hatta ülser vakalarında kırmızıbiber iltihaplanmayı hafifletir, kanama varsa durdurur. Meyan kökü ülsere iyi geliyor. Hatta mideyi koruyan mukus sıvısının daha fazla salgılanmasını sağlar. Çiğnenebilen (DGL) meyan kökü tabletlerinden alabilirsiniz. 3 ay süreyle kullandığınızda faydasını göreceksiniz.

Sivilce ve lekelere son
2 çorba kaşığı bal
1 tatlı kaşığı kozmetik kil
2 damla lavanta yağı
Malzemeleri birleştirip ince bir macun haline getirin. (Gerekirse daha çok kil ilave edin.) Temiz ve nemli cilde sürün. 15 dakika sonra ılık suyla yıkayın. Cildinizdeki kahverengi lekeleri limon suyuyla ovun ve bunu sık sık yapın. Bir süre sonra lekelerin rengi açılacaktır.

Migren için zencefil
İlk migren belirtilerinde bir tatlı kaşığının üçte biri kadar toz zencefili, bir bardak suyla karıştırarak için. Zencefil, ağrı kesici ve ateş düşürücü etkisiyle migren krizinin önüne geçecektir.

| 0 yorum ]

Taaşuk-u Tal'at Ve Fitnat - Şemseddin Sami

Eski geleneğin kimi kalıplarını sürdürmekle birlikte. Taaşşuk'u Tal'at ve Fitnat (Talat ve Fitnat'ın Aşkı), yazınımızda Batılı yöntemle yazılmış roman türünün ilk örneği olarak kabul edilmektedir. 18 yaşında yetim bir çocuk olan Tal'at Bey, bir yaşındayken öksüz kalan, babasını tanımayan bir kız olan Fitnat'a ilk görüşte aşık olur. Ancak kızı sokağa bile çıkarmayan tutucu bir adam olan babalığı tütüncü Hacıbaba aksi, dediğim dedik bir adamdır ve üvey kızına kendi ölçütlerine göre bir koca bulmak istemektedir. Bunun üzerine Tal'at Bey, kız kılığına girerek Fitnat'la arkadaş olur. Ancak Hacıbaba, kızıyla evlenmek isteyen ve zengin bir adam olan Ali Bey'in önerisini kabul eder. Ali Bey, Fitnat'ın babası yaşındadır.

| 0 yorum ]

Türk edebiyatında köy ve köylü konusunu işleyen ilk yapıt olan Karabibik, Talip Apaydın'dan Kemal Tahir'e birçok yazarımızı etkilemiştir. Nâbizâde Nâzım'ın yapıtında bir köyü, köy yaşamını, gözleme dayandığı besbelli olarak bu denli ustalıkla canlandırması şaşırtıcıdır. Karabibik'te, örneğin Namık Kemal''in İntibah romanında olduğu gibi her hangi bir ahlaksal ders verme amacı güdülemez. Yansız bir tutum takınılır

Tanzimat'ın yüzü Batı'ya en fazla dönük yazarlarındandır Nabizade Nazım. Hem Türk öyküsünde çevre ve kişi tanıtımının gerçekçi ilk ustası olmuş hem de toplumun temel akışına uygun olayları ve kişileriyle çağcıl bir roman yazma çabası içinde olmuştur.
Hakikiyyun dediği realist ve natüralist anlatıma, 19. yy'da bilimsel bir anlam kazanan ''gözlem'' fikrini katmış: olayları ''yansıtma''yı seçmiştir. Bu tavrını, ''Karabibik'' adlı uzun hikayesinde gördüğümüz gibi, insani duygu ve zaafların -aşırı olduklarında- nasıl yıkıcılığa dönüştüklerini, bireye ve topluma verdikleri derin zararları ''gösterme'' yolunu seçtiği Zehra adlı romanında da bulabiliriz. Kıskançlık psikolojisinin insan ruhunda açtığı yaraları, hırçın ve geçimsiz hale dönüştürdüğü bireyin ruh durumunu, insandaki yıkıcılığın kökenlerini, bireye dönük basit psikolojik tahlillerle anlatmıştır Zehra romanında. Karabibik'te ise amacı açıktır:

''Bilemem şu benim Karabibik'im de ne dereceye kadar gerçekçi, yani akla yatkın bir roman olabildi? O hükmü siz vereceksiniz. Fakat zannederim ki onu şu haliyle beraber ruhsuz bulmayacaksınız. Romanının zeminini Anadolu köylerimizden seçmekte bir düşüncem vardır ki, bu da köylünün, çiftçilik dünyasının yabancısı iseniz size o dünya hakkında bir fikir vermiş olmaktır; (...) halkın geçim şekli ve meşguliyeti hakkında kafi derecede malumat bulacaksınız; dillerine de aşina olacaksınız.''

Nabizade Nazım, hem Anadolu köy hayatını, diliyle ve tüm geçim şartlarıyla yansıtarak yakalamak istediği gerçekliği Karabibik'te yakalayarak hem de bireylerin ruhsal problemlerini nevrotik durumlarını -kimi eksikliklerine rağmen başarıyla- yansıtarak Halid Ziya'dan önce bireyde odaklaşmayı gerçekleştiren Tanzimat devrinin çağını aşan bir yazar olmuştur.


Nabizade Nazım/ Karabibik

Karabibik bugün erken kalkmıştı. Tarlasına harım çevirmek için dün Matarlı tepelerinden kestiği pırnal fidanı dalları harman yerinde koca bir yığın halinde durmaktaydı. Sağ elinde ağzı çentikli bir tahra bulunmakta olup geçen seneden beri nadaslı duran tarla içinde ağır adımlarla bu yığına doğru yürümekteydi. Ayağında iri, kalın pençeli, sökük yemenileri kemâl-i zahmetle sürüklemekte, liyme liyme, rengi cinsi belirsiz, muhtelif renkte yamalı dizliğinin deliklerinden iç donunun toprak rengine mail olan rengi görünmekte, bir eski istibdal neferinin kim bilir kaç sene evvel hediyesi olmak üzere malik olduğu ceketi tutar giyilir yeri kalmadığı halde ve bedenini ihâtadan âciz kalmakla beraber yine sırtında bulunmakta; bu ceketin altında kirli gömleğinin göğsü, yakası büsbütün açık kalarak kayış gibi sert ve siyah olan vücudunun göğüs ve bağır kısımlarını hep açıkta bırakmaktaydı. Çenesinde beyazlı siyahlı olmak üzere isbât-ı vücut eden tek tük kıllar dik ve seyrek bıyıkların da inzimâmıyle müdevver gayet esmer, ufarak gözlü olan çehresinin heybetini artırmakta ve bu hey’et-i acîbe insanda tuhaf bir korku uyandırmaktaydı.
Tarlayı otlar bürümüştü. Karabibik burasını babası Koca Osman’ın mirası olmak üzere ele geçirmişti. Tarla o zaman on iki dönümken dört dönümünü Kara Durmuş’a satarak vaktiyle bedel-i nakdî vermişti. Şimdiki halde sekiz dönümden ibaret kalan bu toprak parçasına bile tarla komşusu olan Yosturoğlu göz dikmekte ve bu sebeple aralarında ara sıra münazaât vukua gelmekteydi. Otuz iki dönüm tarlası olanların da el ayası kadar toprağa göz dikmesi münasebetsiz değil mi ya? Kendisi şu kadarcık tarla sayesinde ancak akşamları bir kaşık çorba içecek kadar mal kaldırabiliyor, elinden bu da çıksın da açlıktan mı ölsün? Zaten Yosturoğlu’nun babası da bu toprak hırsından ölmemiş miydi? O vaktin behrinde de babası, himdi kendisi gibi ötekinin berikinin damına tarlasına göz koya koya herkesin canını yakmıştı.
Karabibik yaprakları budanmış fidanlardan bir kucak alarak tarlasının Yosturoğlu tarafındaki an’ına doğru yürüdü, hâlâ tahrayı sağ elinde tutmaktaydı.
Güneş ufk-i şarkîyi teşkil eden tarafta, güya denizden çıkıyormuş gibi bahr-i sefidin donuk, durgun sathından doğru yükselmekteydi. Temre ovası gecenin ayazı içinde uyuşmuş, çiğlenmiş kalmışken güneşin henüz mail ve zaif olarak intişar eden şuââtının tesîrâtı sayesinde ısınmaya başlamıştır. Arkada Mira silsile-i cibâlinin sekiz yüz metre rakımı bile tecavüz eden sivri, çıplak tepeleri karla mestûr bulunmaktaydı. Mevsim şubat ibtidâları olup Karabibik’ten evvel davranmış olanların tarlalarında yarım karış kadar yemyeşil ekinler başkaldırmıştı. Karabibik her sene şimdiye kadar tarlasını sürmüş, harımını kaldırmış da bir karış da ekin almış bulunurdu. Fakat bu sene kör olası hastalıktan göz açabilmiş miydi ya? Sol böğrüne doğru bir tarafına kim bilir nasıl bir kurt musallat olmuştu da İnhal’deki hekim kendisine üç ay, tam üç ay damdan dışarı çıkmaya izin vermemişti. Üç ay bu! Dört duvar içinde tam üç ay oturduğun var mı senin? Hem de acı macı, tuhaf tuhaf ilâçlar da yutmalı. Hekim haa! Seni üç ay dört taş arasında hapsetmekten başka elinden ne gelir! İşte o kurt hâlâ hu tarafta mah! Huracıkta durup oturur.
Karabibik fidan dallarından bir tanesini sol eline aldı; ortasından avuçladı, sol kolunu uzatıp dalı şakulî bir vaziyette tuttu. Bir kere şöyle yukarıdan aşağıya baktıktan sonra sağ elinde tutmakta olduğu çentikli kör tahra ile dalın aşağıya gelen kalın tarafını sivriltti. Tepesinin de fazla kısmını uçurdu. Tuttu dalın sivri tarafını tarlanın anı üzerinde dün açmış olduğu deliklerden birisine sokarak ayağıyle bastı; dalın budağına tahranın tersiyle de hızlıca vurdu. İkinci bir dalı da bu suretle yontup düzelttikten sonra bir adım kadar ötede olan deliğe yerleştirdi. Harımın direklerini teşkil edecek olan bu parmaklığı uzatıp gitmeye başladı.
Bu sırada çiftçiler birer ikişer tarlalarına gelmekteydi. İki tarla ötede Çetecioğlu Mustafa bu sene mahsulünü kaldırdığı tarlayı nadas etmekle meşguldü; çiftini koşmuş, öküzlerin gayet batî olan yürüyüşlerini süratlendirmek, hayvanları doğru yürütmek için kaba, çatallı sesiyle arada sırada garip garip emirler vermekteydi. Daha öte tarafta Boduroğlu Ahmet, harımının dün kim bilir hangi yezit tarafından bozulan tarafını yapraklı dallarla örtmekteydi. Sol tarafta Hatib’in yemyeşil duran tarlasına Kara Ömer’in eşeği girmiş, nazik yaprakcıkları yolmaktaydı. Kara Ömer ise beri tarafta Koca İmam’ın tarlasını nadas eden Deli Ali ile lakırdıya dalmıştı.
Hatib’in ekin ortağı olan Karakâhyaoğlu Ali çavuş öteden seğirterek elindeki kalın boynuz dalıyle eşeğe bir âlâ sopa atmaya, eşek de bu dayağın tesirinden can acısıyle tarla içinde koşmaya başladı. Ali Çavuş’un hiddeti daha ziyadeleşti. Küfürün bini bir paraya. Kabahat eşekte değil sahibi olan eşekte. Herkesin bir sene üstüne alın teri döktüğü ekinleri bir saat içinde eşeğine yedirmek isteyen adam tembel tembel gezmemeli, rast geldiği ağaca masal söylememeli oğlum.
Kara Ömer atıldı. Eşeğini öldürmek mi istiyor? Ekinini çok seven adam tarlasına harım etmeli. Hayvan bu! Aklı mı var? Ali Çavuş hâlâ bağırıyordu:
—Seni gidi kafir hayvan! Mah hoyrat olana hoyratlık!
Kara Ömer koşup Ali Çavuş’un karşısına dikildi. İki adam soluk soluğa bir müddet birbirinin yüzüne baktılar. Kara Ömer bir müddet sonra dedi ki:
—Tarlana ni şekil harım etmiyon?
Ali Çavuş, Kara Ömer’in yüzüne doğru bağırarak dedi ki:
—Ni hal edelim? Mah! Alan hoykada durup oturur.
Kara Ömer temashur ederek:
—Ni hal edelim? Alan hoykada durup oturur. Hele honun kubatlığına bak.
Deli Ali aralarına girdi. Kara Ömer burnundan soluyarak merkebine doğru gitti. Merkep bu sefer Yosturoğlu’nun ekinlerine dalmıştı.
Karabibik tarlasının bir anını bitirmişti. Teşkil ettiği harım direklerinin aralarına aşağıdan yukarıya doğru yapraklı zeytin, pırnal dallarından, dikenler, falanlar örgü yapmaktaydı. Hele bak! Eşeklerini, hayvanlarını salarlar da ümmet-i Muhammed’in ekinlerini çiğnetiverirler. Na böyle üç gün harım etmeye uğraşmalı. Bu hayvanları hergele etseler yavuz değil mi? Mah! Aygır gibi kızanı da alanda durup oturur. Hey Rabbim hey!
Karabibik yorulmuştu. Koynundan tütün kesesini çıkardı; dolma gibi bir sigara sardı, fakat ateşi yoktu. Deli Ali’ye bağırarak dedi ki:
—Ehey Deli Ali! İspirto var mı?
Deli Ali başını kaldırarak dedi ki:
—Ko!
—Mustâ’ya ünle görelim.
Deli Ali, Çetecioğlu Mustafa’ya ateş diye ünledi. Mustafa sapanı toprağa derince gömerek övendireyi boyunduruk tahtasına dayadı. Taze sürülmüş toprak içinde kemâl-i zahmetle yürüyerek geldi. Üç çiftçi birleştiler, birer sigara tutuşturdular. Tarla kuşları Mustafa’nın sapanı altından henüz kurtulmuş olan kaba çığır üzerine kümeyle konarak buldukları tohumlara gaga çalmaktaydılar. Güneş epeyce yükselmiş, hava ısınmıştı. Fakat Köyiçi cihetindeki boğazdan doğru Temre vadisi serin bir rüzgar dökmeteydi.
Deli Ali demekteydi ki:
—Yay geliyo... Gündönümünden geri yaylaya çıkarız haa?
Karabibik sol böğrünü tutarak işmi’zaz ile dedi ki:
—Hay kafir! Mah hoykada oturup yatır.
Mustafa ile Dali Ali merhamet alâimi gösterdiler. Mustafa dedi ki:
—Sapan geçmeden harım ediyon.
Karabibik içini çektikten sonra:
—Koca İmam öküzlerini erte gün verecek... Bugün vimedi kim...
Deli Ali aklına bir şey gelmiş gibi tehâlükle dedi ki:
—Dur be! Koca İmam kayınçasını everiyomuş.
Diğer ikisi birden taaccüble:
—Sarı Simayil’i haa?
Deli Ali bunların henüz haberdar olmadıkları bir havadisi vermiş olmasından böbürlenmeye başladı. Kendisine her vukuata vâkıf adam tavrı vererek dedi ki:
—Köşkârlı Yusuf Aaa’nın beslengisini alıyyo.
Karabibik bu havadisten hiç hoşlanmadı. Çünkü onun başka bir hesabı vardı: "Sarı Simayil’e" kızı Huri’yi vermek arzusundaydı; bu tezevvüç sayesinde Koca İmam’ın öküzlerini bedava kullanabileceğini hesap etmekteydi. Sarı İsmail elden çıktıktan sonra bu öküzler de başkasının malı olacak, başkasının olmasa da yine her zamanki gibi parayla kullanmak lâzım gelecek.
Deli Ali, îtâ-yi havadiste devam etmekteydi: Sarı Simayil Yusuf Ağa’nın beslengisine öteden beri göz koymuş; yaylada, kuyu başlarında, otlakta gizli gizli konuşurlarmış; hani şu âşıkdaşlık yok mu? Hatta bir gün kendisi, Deli Ali Köşkârlar’da Kızıl Hüseyin’in damına giderken mah şurada Uzun Mehmet’in tarlası köşesini döneceği sırada boynuzun dibinde onları, beslengi ile Sarı Simayil’i, konuşurlarken görmüştü. Hey kuzum hey; buna gençlik derler. Kendisi de gençliğinde zavallı Zeyneb’i böyle tarla köşelerinde, harım kenarlarında, ağaç altlarında kollamaktaydı... O vaktin beherinde böyle harımsız tarlalara eşek salmazlardı. Mah işte bak! Sakalı ağardı fakat gönlü kocamadı, hala köyün taze kızları suya, çamaşıra giderlerken imrenmekteydi.
Çetecioğlu gülmekteydi. Fakat Karabibik Koca İmam’ın öküzlerini düşünmekteydi. Güneş yükselmiş, ova ısınmıştı. Henüz taze kabartılmış topraklardan keskin bir toprak kokusu gelmekte, ekinlerin üzerinden hafif hafif dumanlar çıkmaktaydı.
Solda Temre köyünün sakfları satranç haneleri gibi birbirine merbut harımlardan teşekkül eden tarlaların gerisinde lâtîf bir tablonun hududunu teşkil eylemekteydi. Ön tarafta Kum köyünün yığınları arkasından doğru açık mavi renkli bir sath-ı mâî görünmekte ve bu sathın ortasında gayet enli bir parlak yol enzâr-ı temâşâyı almaktaydı. Sağda dalyanın râkid, beyaz sathı harımlar ve ağaçlar arasından parça parça görünmekte, arkada Mira silsilesinin yüksek tepeler üzerine kara kara bulutlar yığılmaktaydı.
Boduroğlu Ahmet, Kara Ömer’e bağırarak diyordu ki:
—Hey Kara Ömer! Baka sapana. Harımı kaldıra mı? Het! Kum tepeleri üzerinde çatlak kaba bir ses avaz avaz bağırmaktaydı: "Birinti varmış. Koca öküzler! Camısların sütü kesildi mi? Mah işte onlar mah ho yakaya seğirtip oturur. Pırtıyı develere mi hal urdular. Hokta kızana bir çift bırakılı mı?"
Mustafa, Deli Ali’ye dedi ki:
—Gene Deli Yusuf ünleyip oturur.
Karabibik kendi kendine sormuş olduğu bir suale cevap vererek dedi ki:
—E gayrı ni hal idelim, kader değilmiş.
Herkes işinin başına gitti. Karabibik harımını ikmal ile uğraşmaktaydı. Fakat şu öküz hesabı bir türlü zihninden çıkmıyordu. Koca İmam’dan gündeliği yarım mut zahireye istiâre ettiği öküzler gibi bir çift öküze kendisinin dahi malik olması halindeki saadetini düşünmekteydi. Ah bir çift, bir çift! Bu hayvanları ne kadar sevecekti. Yazın yaylaya çıkarken eskisi gibi "malsız" olarak gitmeyecek, bir çift güzel öküzü önüne katarak köy halkının arasında sevincinden şarkı ünleye ünleye yürüyecekti. Bu saadetin hülyasına dalmış olduğu cihetle işinde makine gibi habersiz devam etmekteydi. Fakat ufk-ı hayâlâtı üzerinde bir karaltı peyda oldu: Para! Bunun için yirmi mecit olsun lazımdı. Ah bu yirmi mecidi nerden bulmalı? Tüccar Anderya’ya koşmalı. Fakat Anderya’ya olan borç da çoğaldı. Daha geçen gün herif bir salkım çetele gösterdi. Çetele artıyor. Lâkin çare yok bu isteği de yerine getirmeli. Günde yarım mut bu!
Deli Yusuf hâlâ çatlak, kaba sesiyle bağırmaktaydı:
—Ulan Hasaaaan! Halangile gitti buban halangile gitti buban. Ulan kıvrak varıvı... Dehey!
Karabibik elinde bulunan yapraklı zeytin dalını harım direklerinin arasına içerden dışardan iliştirmekteydi. Tarlanın Yosturoğlu tarafındaki an harımı yerden iki karış kadar yükselmişti. Çetecioğlu Mustafa ikinci dönüme başlamıştı. Sol eliyle sapanın koluna dayanmakta, sağ elindeki övendireyle arada sırada tembelliğe başlayan hayvanları dürtüştürmekteydi. "Dihey! Hele bah hele bah" "Huuut kafir" "hadi oğlum" gibi teşvik ve tekdîri ifade eder nidalar ve ibarelerle toprakta derin, enli çığır açmaktaydı. Sapanın her bıraktığı yolluk üzerine kümeyle tarla kuşu konarak buldukları tohumu yemekteydi. Boduroğlu Ahmet, Kara Ömer’in eşeğini kovaladıktan sonra gelmiş, harımının bozuk yerlerini takviye ve tahkim ile iştigal etmekteydi. Karakâhyaoğlu ise bin bir küfürü bir ipliğe dizerek damına doğru dönüp gitmekteydi.
Karabibik bir çift satın almayı zihnine koymuş, karar vermiş gitmişti. Fakat şimdi mesele öyle bir çift bulmaktaydı. Karabucak köylü Durali üç öküzden fazla olanını satmak istiyordu. Fakat bu da pek zaifti. Bir deri bir kemik, hem de on iki mecit istiyordu.
Kadıkum köylü Sarı Ali kızı Ayşe’nin de satılık bir hayvanı vardı. Ama bu da hastaydı. Temreli Andonoğlu’nun öküzleri ise pek yavuz, ama pek tuzlu: Çiftine otuz mecit istiyordu. Ni hal itmeli?
Karabibik bu meseleyi zihninde evirip çevirmekte ve fakat hiçbir hall-i sahîh bulamamaktaydı. Bir taraftan da Anderya’daki çetelelerin yekûnunu toplamaya çalışıyordu. Bilemem bundan kaç gün evvel yarım okka tuz için Anderya’nın mağazasına gittiği zaman bilmem ne kadar çentik saymıştı. Kırk mı, elli mi bilemiyor gayrı kim. Ah hocalar gibi yazıp okuma bilmemek ne kadar fena. Mah işte ne kadar borç vardır insan bilmez ki; keşke kızan iken mektebe gitseydi! O vaktin behrinde de köyde bir hoca var mıydı ya!
Bu sefer pırnal dalını örgü çubuklarına iliştirmekteydi. Çetecioğlu Mustafa boğuk, çirkin sesiyle acîp ve garip nağmeler çıkara çıkara bir şarkı söylemekteydi ki ne olduğu belli olmadığı halde nakaratı örs üzerine son düşen ağır bir çekiç sesi gibi etrafı çınlatmaktaydı: Bas gidelim!
Deli Yusuf hâlâ olduğu yerde kaba sesiyle bağırmaktaydı. Güya bir cemâat-i kesîreye söylüyormuş gibi elleriyle havada birçok mahrekler resmetmekte, sağa sola dönerek güya sözlerini her tarafa işittirmek istemekteydi. Sürekli bir kahkahadan sonra dedi ki:
—Hey köflüler! Hep öleceğiz. Davarı it gözleyi durur şuuut!
Deli Yusuf’un nutku her zaman böyle bir "şuuut" ile nihayet bulurdu. Zavallı deli bulunduğu tepeden ağır ağır inerek gözden kayboldu. Şüphesiz deniz kenarına doğru gitmiştir. Ya denizde açıklardan geçip giden gemiler nutkunu dinlemek şerefinden mahrum mu kalsınlar?

| 0 yorum ]

Efrasyap kelime anlamı itibariyle “Tanrının Kamçısı” anlamına gelir. Yani büyük yaratıcının yeryüzündeki yaşayan, azmışları yola getireceği aracıdır. Azmış kavimleri dindireceği, adaleti sağlayacağı, hırsızı, soyguncuyu, uğursuzu yola getireceği aracıdır "efrasyap"...

Efrasyap adı tarihi kaynaklarda çokça karşımıza çıkar.
Örneğin Alp Er Tunga destanında yiğit Alp Er Tunga’ya İslam kaynaklarında Efrasyap denilmektedir. Asur kayıtlarında “Maduva”, Heredot da ise “Madyes” denilir. Ayni zamanda Alp Er Tunga bir İran destanı olan Şehname'de efsanevi Turan Hükümdarı "Efrasyap" olarak geçmektedir...

Alp Er Tunga kimdir?

Sakalar dönemine âit Alp Er Tunga ve şu olmak üzere iki destan tesbit edilmiştir. Alp Er Tunga, M.Ö. VII. yüzyılda yaşamış kahraman ve çok sevilen bir Saka hükümdarıdır. Alp Er Tunga Orta Asya'daki bütün Türk boylarını birleştirerek hâkimiyeti altına almış daha sonra Kafkasları aşarak Anadolu Suriye ve Mısır'ı fethetmiş ve Saka devletini kurmuştur.

Alp Er Tunga'nın hayatı savaşlarla geçmiştir. Uzun süre mücadele ettiği İranlı Medlerin hükümdarı Keyhusrev 'in davetinde hile ile öldürülmüştür. Alp Er Tunga ile iranlı Med hükümdarları arasındaki bu mücadelelerin hatıraları uzun asırlar hem Türkler hem İranlılar arasında yaşatılmıştır. Alp Er Tunga, Asur kaynaklarında Maduva, Heredot'ta Madyes, İran ve islâm kaynaklarında Efrasyab adlarıyla anılmaktadır.

Orhun Yazıtlarında "Dokuz Oğuzlar" arasında "Er Tunga" adına yapılan "yuğ" merasiminden söz edilmektedir. Turfan şehrinin batısında bulunan "Bezegelik" mabedinin duvarında da Alp Er Tunga'nın kanlı resmi bulunmaktadır. "Divan ü Lügat-it Türk" ün yazarı Kaşgarlı Mahmud'a ve "Kutadgu Bilig" yazarı Yusuf Has Hacip'e göre "Alp Er Tunga" İran destanı "Şehname"deki büyük ve efsanevî Turan hükümdarı "Efrasiyab"dır.

İslâmiyeti kabul etmiş olan Karahanlı devleti hükümdarları da kendilerinin "Efrasyap" sülalesinden geldiklerine inanmışlar ve bunu ifade etmişlerdir. Moğol tarihçisi Cüveyni de Uygur devletinin hükümdarlarının da Efrasyap soyundan olduğunu yazmaktadır.Selçuklu Sultanları kendilerini Efrasyab soyundan kabul ederlerdi.
Tarih içinde kaybolduğunu düşündüğümüz Saka Türklerinin az da olsa bir bölümünün bugün yaşamlarını sürdürmeleri pek çok meselenin yeniden araştırılarak doğruların ortaya çıkmasına yardımcı olabilecektir.Tarihçi Mesudî de M.S. 7. yüzyılın başındaki Köktürk hakanının "Efrasyab" soyundan olduğunu yazmaktadır.
Alp Er Tunga destanının metni bu güne ulaşamamıştır. Bir kısmından yukarıda bahsettiğimiz kaynaklarda bu değerli Saka hükümdarı ve kahramanı hakkında bilgiler ve bir de sagu (ağıt) tesbit edilmiştir:

Alp Er Tunga öldü mü
Dünya sahipsiz kaldı mı
Korkak öcünü aldı mı
şimdi yürek yırtılır

Felek yarar gözetti
Gizli tuzak uzattı
Beğlerbeyini kaptı
Kaçsa nasıl kurtulur

Erler kurt gibi uludular
Hıçkırıp yaka yırttılar
Acı seslerle bağırdılar
Ağlamaktan gözleri kapandı

Beğler atlarını yordular
Kaygı onları durdurdu
Benizleri yüzleri sarardı
Safran sürülmüş gibi oldular...

"Eğer dikkat edersen görürsün ki dünya beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir. Bu Türk beyleri arasında adı meşhur ikbali açık olanı Tonga Alp Er idi. O yüksek bilgiye ve çok faziletlere sahip idi. Ne seçkin, ne yüksek, ne yiğit adam idi ; zaten âlemde ferasetli insan bu dünyaya hâkim olur. iranlılar ona Efrasiyap derler; bu Efrasiyap akınlar hazırlayıp ülkeler zaptetmiştir. Dünyaya hâkim olmak ve onu idare etmek için pek çok fazilet, akıl ve bilgi lâzımdır.İranlılar bunu kitaba geçirmişlerdir.Kitapta olmasa onu kim tanırdı." (Kutadgu Bilig)

Şehname'de ise Efrasyap adıyla anılan Turan hükümdarı Alp Er Tunga'nın İran hükümdarlarına sık sık yenildiği anlatılmaktadır. Ancak iran Turan savaşlarında iran hükümdarları sürekli değişmiş 140 yıl yaşadığı rivayet edilen Alp Er Tunga ise mücadeleye devam etmiştir. Bu durum Efrasyap'ın başarısız olmadığını gösterir.

Daha sağlıklı değerlendirmeler için destanın gerçek metnine ulaşmak yerinde olacaktır...

| 0 yorum ]

Yabancı dillerin, özellikle İngilizcenin dilimiz üzerindeki etkisi son yıllarda gittikçe yıkıcı bir hâl alıyor. Yabancı kelimelerin sık kullanılması dışında yabancı dildeki eklerin Türkçe kelimelere eklenerek yeni kelimeler türetilmesi gibi acayiplikler de dikkati çekiyor. Öyle ki, artık yiyecek isimleri, işyerleri unvanları ve meslek dalları bile bu tuhaf karışımlı kelimelerle ifade edilir oldu. Bir tür karmaşa demek olan bu durumun bazı
örnekleri şöyle:

Otel adları: Otium Otel, Sun Zeynep, Ozy Clup Koraltan Hotel, Sultan Pataros Hotel, Kiriş Alinda Beach, Royal Resort, Bodrum Deluxe, Grand Cevahir Hotel, Çardak’s Holiday Villa.

Sinema adları: Cinecity Alkent, İstinye Cinemall, Cinepol, Megaplex, Capitol, Spectrum.

Hasta hane adları: Muğla Yücelen Hospital, TEM Hospital, Dentistanbul, Acıbadem Hospital, Medical Park.

Alış veriş merkezleri: Metrocity, Tepe Nautilus, Atrium, Capitol, Galeria, Carrefour.

Konut alanında: Mashattan, Yesh Hill, Pelican Hill, Elisium Residence, Inn City, Arkeon Evleri, Greenium Konakları, Rose Park Evleri, Elit Park, Hill Side, Ağaoğlu My World, Selvice Evler, Olympiakent, Şelâle Premium Residence, Alice Village.
Giyim eşyası alanında: Club Monako, Oysho, Damat and Tween, Mavi Jeans, Uptown, Fenerium, GS Store, Dryman Kuru Temizleme, Dry Cleaning, Expres Terzi, Network, Vepa Sport, Aslı Natural Collection.
Cep telefonu: Cep to cep, Bizbize cell, Mobil Portföy, Ringa, Web Mesaj Cell.

Eğlence alanı ve lokanta adları: Vişne yerine Whisne, Taksim yerine Taxim, Balkon yerine Balcon, Rumeli yerine Roumelie, Matrak yerine MatRock, Durak yerine DoRock, Paşa yerine Pasha, Efendi yerine Efendy, Eksen yerine Exen, Berduş yerine Berdush, Eylül’s, Hammam, Cahide’s, Paper Moon, The Hacının Yeri, Casaba, Chamdan, Dog-Shop, Dönerchi, Kebabi, The Marmara, Dönerland’s, Emmim Cihcken and Kitchen, Cafe Salad Pideskender, My Fish, Cafe Oley.

Eskişehir Milletvekili Fahri Keskin, Türkçenin yozlaştırılmasını, yabancı isimlerin yaygınlaşmasını önlemek amacıyla hazırladığı yasa teklifini, TBMM’ne sunuyor.

“Ticarette de Türkçe” sloganıyla bir kampanya başlatan Türkçemizi Canlandırma Derneği’nin başkanı Deniz Yiğit, bu konuda şunları söyledi: “Türkçe, kök ve eklerin pırıl pırıl saydamlığı, her yerde özdeş kalan kökün sözcüğün başında bir bakışta kendini göstermesi, bu köke art arda bitişebilen eklerle en sınırsız sayıda sözcük türetilebilmesi gibi özellikleriyle olağanüstü gelişme gücü bulunan bir dil. İçine düştüğü bu durumu gerçekten hak etmiyor. Türkçenin bu durumdan kurtulması gerekli. Fransa’da da böyle bir yozlaşma vardı. Ama onlar buna yasayla önlem aldı.”

Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın da, Türkçenin yanlış ve bozuk kullanılması karşısında birtakım yasal düzenlemelere gidilmesini şart görüyor. Ancak, bunların yasaklayıcı ve cezalandırıcı nitelik taşımamasını tercih ediyor. Akalın “Dil olmazsa ne insan, ne millet, ne de uygarlık olabilir” diyor.

Kaynak: Orkun Dergisi - Murat Gençoğlu / Turkcekampanyalari.org

| 0 yorum ]

Peyami Safa Kimdir?

Peyami Safa 1899'da İstanbul'da doğdu. Şair İsmail Safa'nın oğludur. 13 yaşında Posta Telgraf Nezaretinde çalışmaya başladı. 1914 ve 1918 yılları arasında öğretmenlik,1918 ve 1961 arasında gazetecilik yapmıştır. Yirminci Asır adlı bir akşam gazetesi çıkardı.

Bu gazetede 1919'da imzasız olarak "Asrın hikâyeleri" başlıklı hikâyelerini yayınladı, Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki de dergi çıkardı. Tasvîr-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde yazdı. Oğlunu askerliğini yaptığı sırada kaybetmesi Peyami Safa'yı çok sarstı. Bu olaydan birkaç ay Havadis Gazetesi'nin baş yazarı iken 15 Haziran 1961'de İstanbul'da öldü. Peyami Safa halk için yazdığı romanlarını "Server Bedi" adıyla yayınladı.

80 kadar olan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya (1936) romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazdı. Peyami Safa'nın fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem vermiştir. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işledi.

Elbette ki "Peyami Safa" deyince,akla ilk gelen Türk Edebiyatında psikolojik tahlil ve çözümlemelere ağırlık vermiş olan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu olacaktır...

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - Özet...

Küçüklükten beri ızdırabını çektiği hastalık...
Bu hastalığın hem bedenine hem de ruhunda açtığı yaralara rağmen ayakta kalmaya çalışan bir çocuğun içinde yeşeren kısa süreli aşk ve ümit çiçekleri ardından gelen sonsuz acı.

Kendinden yaşça büyük olan Nüzhet'in aşkıyla hastalığını bile unutarak,aşkın heyecanınıyaşayan ama yine de içinde "kaybetmek korkusu" barındıran bir çocuk.Ve sonrasında Nüzhet'i kaybetmesiyle daha da ağırlaşan hastalığı,Nüzhet'ten uzaklaşması,kurduğu hayallerin,yalnızca "hayal" olarak kaldığı gerçeğini her zamankinden daha çok ve daha acılı olarak yaşaması...
Hastalığına çare bulmak için oraya buraya koşuşturmalar,gece yarıları uyutmayan sancılar,en sonunda yatmaya başladığı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu...

Çocukların yattığı bu koğuşta,duvarlarla tek başına kalmasıyla çocuğun aşk ve acı kokan çığlıkları.
Bedenine az da olsa iyi gelen fakat ruhuna hiçbir iyilik getirmeyen,ilaç kokan pansumanlar.
Koğuşta yükselen çocuk çığlıkları ve artık bağırmamayı öğrenmek.
Onlarca pansuman ve ameliyattan sonra iyileşen bacak...Hastane odasından kalan,ruhuna işlenmiş olan ızdırap ve tevekkül duyguları...Bu duyguları kaybetmekten korkmak...

"Bir gün hastanelerde okunması için bir roman yazsam..."

"Büyük bir hastalık geçirmeyenler,herşeyi anladıklarını iddia edenler."

"Beş dakika sonra hastaneden çıkıyorum.Son not;bu odada başkaları inleyecekler.Onları şimdiden gayet iyi tanıyorum.Üstümden çıkarıp yatağa attığım rabdöşambr içinde,ebediyen aynı insan bulunacak:

"Hasta..."

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - Eleştiri...

Bir çocuğun ruh yapısı karmaşıktır,eğer çocuklara özgü açık yüreklilikle ruhlarındaki labirentleri tarif etmeseler,anlamak epey zor olurdu.
Bahsedilen çocuk hastaysa...ve hastalığıyla büyümeyi öğrenmiş,yaşından dolayı olgun bir ruha sahipse...İşte tüm bu ruh labirentini çözmek imkansız olurdu.Bu romanı okurken,herbir satırda bahsettiğim ruh labirentinde yol alabiliyorsunuz:Girişten en sondaki çıkışa...sağa-sola,kimi uzun kimi kısa yolculuklar,yokuş aşağıya sürüklenmek veya tepeye tırmanmak...Basit gibi görünen herbir adım,herbir tasvir,bir ipucu olabiliyor labirentin çıkışını bulabilmek için...

Peyami Safa,kalemine mürekkebini doldurmuş ve herbir satırda ya mürekkebin rengini değiştirmiş -umut ya da ümitsizlik,aşk ya da hüzün- ya da kalemini eğip bükerek -tıpkı bir çocuk ruhu yaratması gibi- ruhi halleri ustaca tasvir etmiştir.

İnsanın en karmaşık,çözülmesi en zor olan gizli bölmesini hastane duvarlarıyla yüzleştiriyor,bir pansuman acısıyla haykırıyor kimi bilmecelerin cevaplarını...

Romanı okurken çocuğun gittiği köşkte sabah güneşiyle uyanıp yeni bir sevginin kokusunu alabiliyorsunuz.Çocuğun yapayalnız kaldığı odadaki mavi duvarlar bir anda sizin de üstünüze üstünüze gelebiliyor.Pansuman acısını,hastalığın ağırlığını ruhunuzda hissedebiliyorsunuz.
İşte tüm bunlar,Peyami Safa'nın ruh derinliklerine inen,maneviyat duvarlarıyla kaplı ince psikolojik tahlillerle gerçekleşebiliyor.

*"Deli"nin kalemi sizi bir çocuğun ruhunu okurken ,kendi ruh derinliğinize çağırıyor.

*Peyami Safa,genel olarak psikolojik tahlillere ağırlık verdiği için "deli" olarak da anılmaktadır(!)

Özet / Eleştiri : N.T (sevgiadasi.com)

| 0 yorum ]

Eser hakkında söylenebilecek ilk cümle, Türk Edebiyatı'nın ilk realist romanı olmasıdır.

Bu eserin yazarı Recaizade Mahmut Ekrem'e gelecek olursak,yazar hakkında kısa bilgi:

R.Mahmut Ekrem, 1847'de İstanbul'da doğmuştur.Hariciye Mektubi Kaleminde memur olarak görev aldı.Bu sırada, Namık Kemal ile tanışmış ve Tasvir-i Efkar gazetesinde yazmaya başlamıştır...
Bu dönemde ilgisi edebiyat üzerine yoğunlaşmıştır.Yazılarını Dağarcık (A.Mithat Efendi) dergisinde bir yandan yayınlamaya başlamıştır...
İlk önce Mülkiye Mektebi,daha sonra da Galatasaray Lisesi'nde öğretmenlik yapmış,daha sonra ders notlarını Talim-i Edebiyat adlı kitabında toplamıştır.

Türk Edebiyatı'ndaki en önemli yeri ise, kendi öğrencilerini Tevfik Fikret'e yönlendirmesi ve Servet-i Fünun'un temellerini atmaya önayak olmasıdır..

Esere dönecek olursak:

19. yüzyıla bakıldığında özellikle İstanbul'da başlayan Batılılaşma merakı ve Batılılaşmanın yanlış anlaşılmasının konu olduğu bir eser...
Mirasyedi Bihruz Bey'in lüks yaşam,marka takıntısı,arabalara olan merakına,özenti yaşamlara dikkat çekilerek o dönemdeki Batılılaşma anlayışı eleştirilmektedir.

Bundan başka, yanlış Batılılaşma merakı ile toplumdan sıyrılma eylemi,çabası görülür.Bunu da en açık -yaşamlarından başka- kullandıkları dille görebiliriz...İstanbul'un "aristokrat" sınıfını bir Fransız dili merakı salar.

Ana konuyu "yumurta, çıktığı kabuğu beğenmiyor." cümlesi en iyi şekilde özetlemektedir...

***Eserin Özeti:

Bihruz Bey, babasının işi icabı memleketin birçok yerini dolaşmış ve bu nedenle tahsilini pek yapamamış bir gençtir. Babasının varlığıyla yaşayan, bir evin biricik evladıdır. Ehemmiyet verdiği yegane şeyler; markalı giyinmek, Fransızca dersi almak, aldığı bu derslerle öğrendiği Fransızca’yı alakalı alakasız her yerde kullanmak, ve bir de belki en mühimi ve romana ismini veren kısmı, pahalı arabasıyla dolaşmaktır. (Tabiki arabadan kastımız, günün önemli ulaşım araçlarından biri olan, atlı arabadır.) Babasının vefatından sonra büyük bir servetin üzerine konar, bu pahalı ve özentili yaşamıyla tam bir mirasyedidir.

Arabası ile gezmek onun için öyle bir hal almıştır ki, soğuk kış günlerinde ya da yazın kavurucu sıcağında günün yirmi dört saatini arabasında geçirmektedir. Bu arada pahalı arabasının bir hayli yüklü taksitlerini elindeki köşkleri satarak ödemektedir.

Haftanın birkaç günü Mösyö Piyer’den aldığı Fransızca dersleri, belki tahsil hayatının yegane bölümüdür. Yarım yamalak bilgisiyle, olur olmaz yerlerde kullandığı diliyle, Fransız uşak Mişel’in bile zaman zaman anlamadığı bir konuşması vardır. Hele Fransız yazarların edebi kitaplarını okumak, onlarla mest olmak onun için edebiyatın kendisidir.

Kadınlar konusunda ise fazlaca iştahlı değildir. Beğenmek şöyle dursun, yegane gayesi, araba ekipmanı ve markalı kıyafetleriyle göz doldurmak, beğenilmek, hatta hayranlık uyandırmaktır. Bu nedenle şehrin eğlence merkezlerini fellik fellik gezmekten başka işi yoktur, işine bile arada bir uğrar. Hayat onun için böylece sürüp giderken, sefahat mekanlarından biri ola Çamlıca’ da, ahbabı Keşfi Bey ile sohbet ederken gördüğü sarışın dilber merakını celbeder, hatta oracıkta ona aşık olur. Onun da kendisine aşık olduğuna inanmaktadır. İşte bundan sonraki kısım Bihruz Bey’in platonik aşkının, hatta kurgusal aşkının, Keşfi Bey’in yalanlarıyla nasıl şekillendiğinin komik bir hikayesidir.

Keşfi Bey, etrafında yalancılığıyla bilinen, yaşantısıyla Bihruz ‘dan pek farkı olmayan sorumsuz bir gençtir. Yalanlarını çocukluğunun saf oyunlarıyla karıştıran, bu zararsız delikanlı ilk önce Bihruz’a bu sarışın hatunu tanıdığını söyler, öyle ki yalanlar Bihruz Bey’in sevgilisini Keşfi Bey’ den delice kıskanmasına sebep olur. Keşfi, yalanlarını, hatunun ölüm haberine kadar vardırır. Bihruz’un içli aşkını bilmeksizin uydurulan bu yalanlar, aşk acısının komik öykülerini ortaya çıkarır. Aradan geçen birkaç aylık zaman içinde, aşık olduğu sarışın hatunu, Periveş Hanım’ı, hiç göremeyen Bihruz, ölüm masalına kolayca kanar, çünkü son derece saftır ve aşık olmanın kendine has şüpheciliğine o da düşüvermiştir. Aşk acılarıyla geçirilen birkaç zaman, Bihruz’da bazı değişikliklere sebep olur, eğlence yerlerinde boy göstermek ya da arabasıyla etrafta tur atmak eskisi gibi zevk vermemektedir. Artık kırlarda tek başına dolaşmayı, sevgilisini düşünmeyi, hatta eğlencelerden el çekip, Ramazan ayı geldiğinde oruç tutup namaz kılmayı tercih eder olur. Vazgeçemediği yegane şey kullandığı Fransızca kelimelerdir.

Bihruz acı gerçeği geç te olsa öğrenir. Aşık olduğu Periveş ölmemiştir ama, kendisine aşık olmak bir yana varlığından habersiz, hercai bir hanımdır.

Bihruz’un bu komik hikayesi, aslında güçlü bir içerikle aşkı işler. Tüm bu komedinin arasında bile, aşkın tutsaklığının ve aşk acısının yoğun hissiyatı okuyucuyu içine alır.

Dönemin belki en hicivsel romanı olan Araba Sevdası, o günün İstanbul yaşantısını merak edenler ve klasiklerden hoşlananlar için isabetli bir kitap.

Eminim Bihruz’u hem çok sevecek, hem de ona çok güleceksiniz.

*** Eserin özeti "alıntı"dır...

P.P.

| 0 yorum ]

Daha uzun ve gür kirpikler için eşit miktarda Hint yağı ile badem yağını küçük
bir şişede karıştırın. Bu karışımı 15 gün boyunca yatmadan önce, gözlerinize
kaçırmamaya özen göstererek, kulak temizleme pamuğu yardımıyla kirpiklerin
kökünden ucuna doğru sürün. Kirpiklerinizin beslenerek güçlendiğini ve
uzadıklarını farkedeceksiniz.

| 0 yorum ]

* Tanrıya inanırız
Şeytanı ise biliriz

*Bir tanrı en çok kendine inananlara değil kendine inanmayanlara muhtaçtır. Onlar olmasa kendini tarif bile edemez. İşte bu yüzden aklı başında her tanrı önce kendine inanmayanları yaratır. Ve işte bu yüzden yeryüzünde bu kadar çok din ve her dinin bu kadar çok kafiri vardır.

* Tanrının kitapları , melekleri ve peygamberleri var. Günahları ve sevapları var. Cenneti ve cehennemi , ahret günleri ve hesap defterleri var.

Peki şeytanın nesi var?
İçgüdülerimiz ve ortak çıkarlarımızdan başka hiçbirşeyi

İşte bu yüzden tanrı mümin arar.
Şeytan ise ortak. Ve işte bu yüzden binlerce yıldır şeytan hep kazanıyor.
Çünkü…..
Çünkü hep kazandırıyor.
Üstelik onunla yapılan bütün işlerde kazancımız peşin ödenir. Hemen burada buracıkta nakden ve defaten, bir kerede.

*Beklide tanrıya inanıyoruz çünkü?
Çünkü şeytanı çok iyi biliyoruz. Beklide şeytan bu yüzden tanrının bir meleği olmaya devam ediyor.
Kim bilir belki de……….

Kim bilir belki de….

Şeytan tanrının bilinç altından başka bir şey değildir

Kötülük ve kötülüğün büyüsü

*”İçgüdülerimiz olmasa kimse kötü ; çıkarlarımız olmasa kimse iyi olmazdı” diye fısıldadı şeytan.
Ve ekledi , “Üstelik iyiler can sıkarlar”

*Cennet ve cehennem adlı iki filmden birini seçmek zorunda kalsanız hangisini seçerdiniz?
Yaşamak için cenneti seçeriz ve sonunda hep canınız sıkılır mutluluktan.
Seyretmek için ise cehennemi

işte sanatın özü budur.

*Üstelik kötülük iyilikten her zaman daha dürüsttür. Kötülüğün doğasıdır dürüstlük. Kimse mahsuscuktan kötülük yapmaz. İşte bu yüzden bütün günahlarınız masumdur. Sevaplarınız ise

*”insanları iyi ki sadece yaptıkları ve yazdıkları ile yargılıyorsunuz” dedi şeytan. “ benim gibi içlerinden geçirdikleri ile yargılasaydınız mother theresa’yı bile alenen kurşuna dizerdiniz”

*Günahlarınız tanrının önyargısıdır sadece.
Sevaplarınız ise cehaleti.
İçinizden geçenleri gerçekten bilse, ne ödüllendirirdi sizi bu kadar cömertçe ne de cezalandırırdı doğrusu bu kadar acımasızca

*iyilikseverlik vicdanımıza sürdüğümüz bir rujdur.

*”Nefrete sevgiden daha çok güvenirim” dedi şeytan. “Çünkü nefretin sahtesi olmaz.”

*Sevginin karşıtı nefrettir diyorlar.
Hayır.
Sevginin karşıtı nefret değildir.
Yalandır.

*Sahtekar “ ben sahtekar değilim” diyendir.
Peki ya “ ben sahtekarım” diyenler?
Onlar ise en büyük sahtekarlardır.

*Küçük her zaman daha büyüğünü gizlemek için itiraf edilir

*Gerçek : Yalanların arasından sezilir gibi olan.
Yalan : Gerçeğin boş bulunup ortaya çıkarak “ Ben gerçeğim” diye bağırması

*Samimi insanlar can sıkarlar
Neden mi?
Oyun oynamasını bilmezler

Bu yüzden samimi kadınlar yalnız kalırlar çünkü onlarla fikir ve duygu alışverişi yapılır ancak. Kırıştırılmaz

Yüksek Sosyete

*Sosyete garip bir yerdir – Ya kimse kimseyi sevmez ama hep beraberdirler – Ya da herkes herkesi çok sever ama nedense asla beraber olmazlar.

*Dostlar mı dediniz?
Dostlar……..

Onlar hayatımızın en güzel anlarını kıskanırlar ; en kötü anlarını yargılarlar; arada kalanları ise umursamazlar.

*Dostlarımız hakkında yargılarımızın çok azı iyidir.
Onlarda iyi olmazlardı; çıkarlarımız olmasa

*Nazik olun Ve her zaman terbiyeli konuşun. Çünkü bu alemde nezaket ile yapamayacağınız hiçbir kötülük yoktur.

*Sosyetede can sıkmanın altın kuralı “sohbet ederken hiçbir konu üzerinde beş dakikadan fazla durmamaktır.” Denilir. Oysa bu bir kural değildir. Sosyetenin doğasıdır. Çünkü sosyetede ne üzerinde beş dakikadan fazla konuşulacak bir konu vardır ne de bir konuyu beş dakikadan fazla sürdürebilecek bir kafa.

*Fakirliğe katlanmak daha kolay olmalı – bakıyorum milyonlarca insan her gün sabah yedi akşam yedi sessiz sedasız katlanıyor. Zenginliğe katlanmak ise çok daha meşakkatlidir – haftada bir seans psikoterapi, iki seans aerobik ve yedi gram kokainle ancak ayakta durabiliyorlar.

*Ne garip, dünyada cennetler çeşit çeşittir.
Ama cehennemler hep aynı.

*Dünyanın kanseri işadamlarıdır.
Çünkü ancak kanser hücreleri beslendikleri organizmayı harap ederek çoğalırlar.

*”Benzer iletilerin benzer şifaları olmalı. Kapitalizmin şifasını da ekonomik ve sosyal reformlarda değil ruhsal ilaçlarda aramalısınız.” Diye fısıldadı şeytan. Gelen yüzyıllarda sistemi yaşatacak olanlar ekonomistler ve sosyologlar değil kimyagerler ve psikiyatristler
olacak.

*Daha mutlu olmak mı?
Ne çok şey istiyorsunuz yahu?
Daha da mutsuz olmanızı nasıl engelleriz.
Sistem için bütün mesele budur
Devrim mi?
Hadi canım

Laroxyl,Tofranyl,Diazem ve Lithium
Xanax,Prozac,Seroksat ve Valium

ÇALIŞMAK

*Kendi seçmediğim bir yerde, kendi seçmediğim bir zamanda, kendi seçmediğim bir işte, kendi seçmediğim bir süratte, kendi seçmediğim insanlarla muhakkak bir amirin sıkı gözetimi altında direktif alarak, bütün o çocukça ceza ve ödül sistemleri ile ruhumu , bedenimi ve aklımı meşgul etmek

*O zaman niye çalışıyor enayiler
Bugün birçok insanın hemen hiç farkında olmadıkları gerçek, çalışmak zorunda bırakıldıkları gerçeğidir. Haftanın beş günü – sabah yedi akşam yedi – üretmeli ve ürettikleri hiçbir işe yaramayan hırdavatı emekleri karşılığında aldıkları ücretlerle yine kendileri tüketmelidir.

*Kapitalist işadamları da, Marksistler de aynı evrensel Tanrı’ya taparlar – ÇALIŞMAK – Bu iki zihniyetin tarikatları biraz farklıdır sadece. Marksistin tarikatı üretimdir; işadamınınki ise tüketim.

*Enayilerin sadece bir kısmı çok çalışırlar.
Ama bütün enayiler çalışkanlığı överler

*Çalışmadan bir hak gibi bahsedilmesi ve bunun anayasalara girmesi ne garip!
Çalışmak ne bir hak ne de bir ödevdir. Kötü bir kaderdir sadece. Sakat veya köle doğmak gibi.
İşte eski yunanlılar aynen böyle bakarlardı çalışmaya

*Yaşamak, çalışmak değildir. Sakatsanız sürüklenerek, emekleyerek de bir yerlere varabilirsiniz. Ama vah vah size! Yaşamanın amacı bir yerlere varmak değil ki.

Ya ne?
Takla atmak, yuvarlanmak, kanatlanmak, dans etmek….
Kendinden geçmek, içine gömülmek…
Durmak
Ve düşünmek

Çalışarak hayatını sürdürmek zorunda
Vah vah!
Kahpe dünya
Kör Talih

*Yaşamak ara sıra eziyetli bir hayattır doğrusu.
Çalışmak ise her zaman hayatsız bir eziyet.

*Para sokağa atılacak kadar değersiz bir şey değildir.
Ama çalışarak kazanılacak kadar da değerli hiç değildir.

*Para güvenlik, konfor, özgürlük ve mutluluk getirir. Ama ne fakirlerin hayal ettikleri, ne de zenginlerin uğrunda harcadıkları kadar.

İLERLEME

*Eski güzel günlere geri dönüşün artık mümkün olamayacağını anladığımız noktadan itibaren yürümek zorunda kaldığımız o acılarla dolu yola verdiğimiz şatafatlı isim.
ZAMAN HIRSIZLARI

*Eskiden sadece çalışırken zamanımızı çalanlar, artık boş zamanımız için de rekabet halindeler.
Sinemaya mı gitsek, diskoya mı?
Yoksa ucuz bir turla İtalya’ya mı?

*Sırtını bir ağaca dayayıp yüzünü güneşe çevirmek Kapitalizme baş kaldırmaktır.

*Ne yapsak çalışanların dünyasından ayrılamayız artık. Dinlenirken ve eğlenirken bizler tüketiyoruz başkaları çalışıyor ve üretiyorlar

*Hayatın anlamı nedir diye….
Doğuya gittim – Eziyettir; Selametin için çalış dediler.
Batıya gittim – Çalışmaktır; Selametin için çek dediler.

Peki en büyük öğretmenler ne diyorlar?

Doğa ne diyor önce?
Acıdan kaç

İksirler ne diyor?
Hazza koş

Müzik ne diyor?
İşte haz

Aşk ne diyor?
Gel.

VERİMLİLİK VE İLERLEME

*Avcı ve toplayıcı obalar günde iki saat çalışarak hayatta kalırlar. Biz post-modernler ise günde on saat çalışarak iki yakamızı ancak ucu ucuna getirebiliyoruz.

*Kapitalist işadamları ve onların köle ruhlu profesörleri, boş zamanınızı işten arta kalan zamanınız olarak hesaplarlar.

*Mutsuzluğunuzu azaltırsa bu bir ilaçtır.
Mutluluğunuzu arttırırsa uyuşturucu

*”Din kitlelerin uyuşturucusudur” derdi geçen yüzyılın bir büyük bilgesi.
Bu geçti. Gelen yüzyılda uyuşturucular kitlelerin dini olacak

*Aylaklık; düşünmek, duymak ve yaşamak için bağdaş kurmaktır. Çalışmak ise bir gün bağdaş kurabilmek için boşu boşuna koşuşturmaktır.

* Bilinenler ve bilinmeyenlerin toplamının bilinemezlerden az olduğuna ve hep olacağına inanıyorsanız siz tanrıya inanıyorsunuz ; bilinemezlere eşit olduğuna inanıyorsanız siz bilime inanıyorsunuz.

Ya eşit olduklarını biliyorsan? O zaman siz tanrısınız.

*”Küçük , bedensel ve geçici hazları küçümseyerek Ruhsal, Büyük ve ilahi hazları arayan keşişlere , dervişlere , Hint’ten ve Rum’ dan ermişlere, Sufilere ,bilgelere sakın kanmayın” diye fısıldadı şeytan
Hazzı hep göklerde arayanlar yeryüzünde bulamayan kabızlardır. Bu arif ,aşık ve cümle evliya takımı işte böyledir. Kendi kabızlık ve kasvetlerine gizemli mazeretler ararlar aslında.
:: www . forumuz . biz :: Kurtadam forumları ::
*Tahrik, edildikçe daha çok üstümüze varan bir beladır. Elde edilince de bütün büyüsü kaybolan bir zilli.

*Tahriklerden asla yüzüm kızarmaz ; tahrik olmamak utandırır beni.

*Tahriklerden kaçarsam yorgun düşeceğim; reddedersem pişman olacağım; dayanmaya çalışırsam yenileceğim. Ama ya tahrik olmazsam işte o zaman suçluyum.

*Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sende başkalarına yapma.
Bu can sıkıntısından patlayan hımhımların ahlakıdır.
Sana yapılmasını istediklerini sende başkalarına yap.
Bu hazperestlerin, fırlamaların ve piçlerin ahlakıdır.

*Yaşamak… bir akıntıya kaptırmaktır.
Düşünmek ise akıntılara kafa tutmaktır.
Halat, çapa, kürek, motor, yelken,
Allah ne verdiyse artık

*Dans neşenin dile gelmesidir…

*Bu kadar aklı başında bir dünyada yaşayanlar için tek kurtuluş delirmek olmalı.

*Talihin pezevengi fırsattır
Onunla düzüşmek istiyorsanız önce fırsatı görmelisiniz

Kendini Tanı
*Kendimi bilmek ruhumu sıkıyor.
Kendini bilenler ise canımı.

*Kendini bilmek kendini hapsetmektir, ileri safhalarda tanrının işine karışmaktır; hatta şirk tir.

Kendin Olmak

* “Arayış içindeyim”
“Hangi arayış” diye haykırdı büyük yeni çağ yorumcusu. “gerçek bir arayışa çıkan bulmuştur bile!”
“insanın hayatta bulup bulacağı yegane doğru, hemen yolun başında bulunandır.”
“o zaman herkes bulmuştur.”
“hayır, çoğunuzun ömrü arayışa nereden başlayacağınızı aramakla geçer. Bu yolun başında dolanıp durmaktır, yola çıkmak değil.”

“yola çıkıldığı an bulunur mu?”
“hemen o an ve o saat”
“nedir o bulunan?”
“Ananın …!”
Diye güldü ve devam etti
“Arayış içindesin oğlum ama bil ki kendilerini arayanlar iyi bir sevgili olamazlar. Seni arayanları sen de aramaya başlamışsan Büyük bir aşka hazırsın.
“Peki bu büyük bir aşka hazır adamlar kendilerini bulmuş adamlar mıdır?”
“Hayır kendilerini bulmak için en iyi yolun seni aramak olduğunu bulmuş adamlardır.

*Mutluluk üstüne düşünmek hele mutluluk için çabalamak kimseyi mutlu etmez.
Mutluluk her şeyden önce mutluluğu unutmaktır.

*Bu aralar mutluluğa hiç ihtiyacım olmadığı için galiba çok mutluyum.

*Yunancada mutluluk (eudamonia) sözünün içinde Şeytan (daimon) gizlidir. Bu bir tesadüf mü. Yoksa bu olağanüstü adamların bilgeliklerinin yeni bir zirvesimi? Eski yunanlılar için şeytan bize doğru yolu gösteren iç sesimize verdiğimiz isimdir. Bu demektir ki, Yunanca mutlu olmak istiyorsanız Şeytan’ı işin içine karıştırmalısınız

*Gavur dillerinde Şeytanın bir başka adı ise Lucifer’dir yani “Işık tutan” Bu gavurlar da bazen ne çok şey biliyorlar yahu.

*Kimse yalnızlığı sevmez. Neden?
Çünkü kendisi tanıdığı en can sıkıcı insandır.

*Yaşamın karşıt anlamı ölüm değildir.
Can sıkıntısıdır, dedim bir gün
O günden beri de canım çok sıkılıyor nedense

Tekrar mutluluk üzerine

*Aşırı mutlu olmamaktır mutlulukların en huzurlusu

*aşırı bir mutlulukta huzursuzluk vardır nedense. (Kaybedecek bir şeyler var çünkü)
Aşırı kederde ise huzur. (kaybedecek nasıl olsa bir şey kalmadı.)

Hayatın Yaşları
*”Kadınlar” dediğiniz an çocukluk bitmiş , gençlik başlamıştır
“Başarı” dediğiniz an gençlik bitmiş orta yaşlar başlamıştır.
“Zaman” dediğiniz an orta yaşlar bitmiş, yaşlılık başlamıştır.

*Gökdelenin tepesinden atlayan adama orta katların önünden geçerken sormuşlar: “Nasıl gidiyor?”
“Şimdilik iyi vallahi” demiş
Çok çalıştığımız orta yaşlarımız işte böyle geçer

Zaman ve Mutluluk

*İyimser ile kötümser arasındaki yegane fark vade farkıdır. Yoksa uzun vadede herkes iyimserdir.

Ölüm

*Kimse eşit doğmaz
Ama herkes eşit ölür
İşte onun için
Ölüm acı bir son değildir
Hayatımızın yegane adil başlangıcı ve biricik fırsat eşitliğidir

*Tanrı doğanları hayat; ölenleri ise cennet vaadi ile kandırıyor vallahi.
*Yaşarken ölümden korkma hakkımız var. Ama doğarken yaşamdan korkma hakkımız yok.
Haksızlık bu

*Doğarken kimse eşit doğmaz
Ölürken ise herkes eşit ölür.
Evliyalar, azizler ve peygamberler hariç. Onlar biraz daha iyi ölüyorlar (galiba)

*iyi doğmak, iyi yaşamak, iyi ölmek
Beyzadeler iyi doğarlar
Evliyalar ve azizler iyi ölürler
Hazperestler ve sanatçılarmı?
Onlar iyi yaşarlar
Aşk ve İman

*Aklın sözü ancak boş bir gönle geçer. Evet ancak boş bir gönlün efendisidir akıl; efendili bir gönlün ise kölesidir.

*aşkta akıl susar; delilik konuşur.

Aşkın Mantığı Yoktur

*Beni acıtabilmek için önce nereye vuracağını çok iyi bilmelisin
Nereye vuracağını bilmek için beni çok iyi tanımalısın
Beni çok iyi tanıyabilmek için sevgilim olmalısın
Sevgilim olman için seni çok sevmeliyim
Yani?
Yani seni çok seversem; beni acıtabilirsin
Eeee?
Ne eee’si?...... Ayrılıyoruz…

*aşk ne kadar şiddetliyse, ayrılıklar ve kavgalar o denli şiddetli olur
Hiç kavga etmeyen aşıklar mı?
Birbirlerini değil ebeveynlerini bulmuşlardır.

*Aşkta huzur mu?
Sadece bir ateşkestir

*Büyük bir aşk her zaman bir rastlantıdır. İlişki sipariş edilir. Satın alınır. Hak edilir. Hatta çalınır. Ama aşk sadece bulunuverir. Birdenbire..
*aşk her zaman haber vermeden gelir ve hazırlıksız yakalar. Çünkü aşk bir süvari baskınıdır.

Ne olduğunu anlamadan kargaşanın ortasında buluverirsin kendini.
Savaş naraları, nal sesleri arasında.
Silahsız, korumasız, ayakların çıplak.
Ve parlar aniden bir kılıç üzerinde
Bir tek darbeyle alır canını
Bir at başı seçebilirsin sadece hayal meyal
Sağrısı ter kan içinde, ağzı köpük, kulakları dik
Burun delikleri kocaman açılmış
Süvarisi kim?
Niye şimdi?
Ve niye sen?

*Sonsuza kadar sürecek yegane aşklar yarım kalmış aşklardır

*sonsuza kadar süremeyeceğini bilerek yaşadığımız bir aşk daha uzun sürer.
Ne kadar sürer?
Kim bilir, beklide sonsuza kadar sürer

*bir ömür boyu : ya ömür boyu değildir; ya da aşk değildir.

*en hızlı yatıştırıcı sekstir. En etkin sakinleştirici ise kısa ve küçük bir aşk.

Bir gecelik aşklar

*herkez birbirine sürtünüyor. Kimse sarılmıyor. Teflon aşklar peşindeyiz. Şöyle bir sürtünüyoruz, birden ısınır koyuyor gibi oluyoruz. Bir har, bir ateş, bir yangın – aman aman

Sonra birden biri aygazı kapatıyor sanki. Pişen her ne idiyse – çoğu zaman da seks – çarçabuk tüketiliyor. Hamhum şaralop. Öylesine özentisiz bir sofrada, şarapsız ve sohbetsiz.

Ve herkez yoluna, teflonlar dolaba. İşte size küçük aşklar. Teflon günler, neon geceler. 1990 lı yıllar.

*Doymak mı?
Sıradan ilişkiler ile doyar insan
Tıkınarak
Büyük aşklar oysa doyurmazlar asla
Tam tersine iştahını açarlar adamın
Çok ama çok daha büyük sofralara

*aşk bir açlıktır, şehvet ise iştah

*aşkta şehveti sofrada iştaha benzetirler. Doğrudur, ama şöyle ; şehvet aşkın değil asıl aşk şevkin iştahını açar – şehvet aşkın bütün iştahı ise ne o aşk ne de o şehvet uzun ömürlü olur

Erkekler ve kadınların ayrı dünyaları

*Erkekler deli gibi aşık olurlar, zamanla akıllanırlar. Kadınlar ise akıllı gibi aşık olurlar, zamanla delirirler.

*Aşk, kadını ve erkeği farklı etkiler. Aşık olan kadının gözünde başka hiç bir şeyin değeri kalmaz. Aşık olan erkeğin gözünde ise her şey yeniden değerlenir.
Çünkü aşık kadın “nasıl olsa bitecek” sezgisi ile hareket eder. Aşık erkek ise “nasıl olsa sonsuza kadar sürecek” yanılgısıyla….
Aşık kadınlar bu yüzden hep endişeli ve hep huzursuzdurlar; aşık erkekler ise melekler gibi dingin ve aptallar gibi bön.
:: www . forumuz . biz :: Kurtadam Forumları ::
*Aşksız bir erkek kendini kölesiz bir efendi gibi hisseder, aşksız bir kadın ise efendisiz bir köle.

*Bir erkek kadınından bıktığı için onu terk eder; bir kadın ise erkeğinden sıkıldığı için. Arada çok önemli bir fark var.

*Bir erkek doyduğu için kadınından bıkar. Bir kadın ise doyamadığı için erkeğinden sıkılır.

*Kadın 20. yy. da özgürlüğüne kavuştu.
-yok yahu! Peki sonra ne oldu?
-Hiç iş kölesi…

ÇAPKINLIK

*Toplum ne ikiyüzlüdür yarabbi!
Kadının çapkınına ^^^^^^ derler.
Erkeğin ^^^^^^suna ise çapkın

*Kadın çapkınlığını gizlice yapmak ister. Erkek ise açıkça.
Çünkü çapkınlık erkeğe itibar getirir. Kadına ise sadece baş belası.

*Erkekler arasında çapkınlık hiçbir zaman bu çağdaki kadar popüler olmamıştı.
Neden?
Çünkü artık çapkınlık erkeğin erkekliğini yaşadığı son sığınaktır.

EVLİLİK

*Hayat doya doya çapkınlık yapmak için ne kadar kısadır yarabbi; huzurlu bir evlilik için ise ne kadar uzun

*Kadınlar evlenmeden önce hiç tahmin etmediğimiz gibi, evlendikten sonra ise tam tahmin ettiğimiz gibi çıkarlar.

*Evlilik üç türlüdür. Ya iki zaaf evlenir, ya iki çıkar, ya da iki aşk.
Çıkar ve zaaf evlilikleri, çıkarlar ve zaaflar değişmediği müddetçe devam eder. Aşk evlilikleri ise aşklar, çıkarlar ve zaaflara dönüşene kadar.

İHANET OYUNLARI

*Gerçekten sadık olduğumuz yegane anlar delice aşık olduğumuz anlardır. Ondan sonra ise ya sadık görünürüz ya da fırsat bulamayız.

*Sadakat ihanettir.
Nasıl m?
Canım çeker ama yapamam.
Yani?
Yani sana sadık kalırken kendime ihanet ederim.
Yani?
Yani sadakat ihanettir.

KISKANÇLIK

*başka kadınlarla yatacağımdan şüphelenen kadın aslında kendinden şüphelenmektedir.

*Kıskanç bir kadın huzurumuzu bozar ama gururumuzu okşar. Ve bencil bir aşık için gururu huzurundan her zaman daha önemlidir.

*Erkeklerin kıskançlığı biraz daha farklıdır. Erkek ihanet eden kadınını kıskanmaz; öbür herifin talihini, cazibesini, neşesini ve keyfini kıskanır. Erkeklerin kıskançlığı kadınlarına duyduğu güvensizlikle ilgili değil, kendi erkekliklerine duydukları güvensizlikle ilgilidir.

İTİRAFLAR

*İnsan yalanını itiraf ederken bile düzinelerle yalan söylerler. Detaylar yumuşatılır, sahneler değiştirilir, figüranlar gizlenir. Bazı dostlar aklanır. İtirafçılar akıllıdır. Ayrıntıların toplamından ortaya çıkacak manzara, itiraf edilen o alelade gerçekten çok daha katlanılmazdır çünkü. Büyük ve asıl yalan hep ayrıntılarda gizlidir. Ve hiçbir zaman, en içten itiraflarda dahi ortaya çıkmasına izin verilmez. Kimse ama hiç kimse gerçeğin tamamına katlanamaz – içimizdeki en mert ve en cesur olanlarımız dahil

*”çıplak gerçekler müstehcendirler. İşte bu yüzden biraz giydirildikten sonra insan içine çıkarılırlar”
Diyerek fısıldadı geldi şeytan.
Diz çöktü önüme usulca
Ve sildi elinin tersiyle gözyaşlarımı
Okşayıp yanağımı hafifçe
Fısıldadı:

Kahpece seven kahpece aldatılır.
Ya mertçe seven?
O enayide mertçe aldatılır.

*Kötü kız olmak ara sıra farkına varılan küçük bir günahtır, İyi kız olmak ise her zaman büyük bir pişmanlık

*Erkekler ve kadınlar affetmek ve unutmak konusunda da biraz farklıdırlar. Erkek çabuk unutur ama asla affetmez. Kadın derhal affeder ama asla unutmaz.
Aslında erkeklerde unutmazlar; sadece hatırlarına getirmezler.
Kısaca: İhanetleri kimse unutmaz. Kimi hatırına getirir. Kimi getirmez. Getirenler mutuz olurlar o kadar.

*İtiraf ederiz. Neden mi?
Çünkü bizde aynı suçu işlemişizdir.
Affederiz. Neden mi?
Çünkü bizde aynı suçu işleyebilirdik.
Unuturuz. Neden mi?
Çünkü bizde aynı suçu işleyeceğiz.

*Hiç düşünmeden yaşamak kolaydır.
Hiç yaşamadan düşünmek de.
Hem düşünmek hem de yaşamak mı?
İşte bu imkansızdır.

*Benim beynim yol geçen hanıdır. Her isteyen, her isteyen kalır, her isteyen gider. Gönlüm ise padişah haremedir. En iyileri, en güzelleri ve en keyiflilerini toplarım ve asla bırakmam.

*Arsızca düşünmek keyifli bir sohbettir. Tutarlı düşünmek ise can sıkıcı bir monolog.
Hayatta önemli olan da keyif ve sohbettir zaten. Doğrular ve gerçekler değil.

*Düşünerek doğru bulunmaz. Bulunmuşsa o muhakkak ama muhakkak yanlıştır. Doğru yanlışların, aykırılıkların, paradoksların arasından sezilir gibi olur. Yani doğru koklanır. İşte bu yüzden tutarsızların burunları beyinlerinden daha kıymetlidir

KİMLİKLENMEK

*Engellenmektir. Sınırlanmaktır. Hapsolmaktır. Her teba kimliklenerek güdülür.

AFORİZMALAR

*Kıvrak cümleler ve söz oyunlarından başka bir şey değildir aforizmalar… Felsefenin mezar taşları, edebiyatın ise yüz karaları.

*Nihilistin kafa karışıklığı
“Her şey hiçtir.”
“Eğer öyleyse hiç de hiç’tir. Bak inanacak bir hiç’in bile kalmadı işte geriye” diye fısıldadı şeytan

*Sinik’in kafa karışıklığı
“her şeyin tersi de doğrudur” dedi sinik
“ ya bu son söylediğinin” diye fısıldadı şeytan

*Aforizmalar;
Hepsi önce doğrudurlar. Üstünde biraz durup düşünürseniz yanlışlaşırlar. Daha çok düşünürseniz tekrar doğrulaşırlar.
Sonra
Sonra tekrar yanlışlaşırlar
Peki nereye kadar gider bu?
Bıkana kadar gider vallahi

TANRILAR ÜZERİNE

*Tanrı yoktur diyen ve bunu savunan adam gerçek bir mümin kadar tanrısıyla beraber yaşamaktadır. Bu yüzden aklı başında bir Tanrı sadece kendine gerçekten inananları ve gerçekten inanmayanları sever.
Tanrı’yı hiç düşünmeyenlerin, ona tamamen kayıtsız kalanların aklında ve gönlünde Tanrı tamamen yok olmuştur. Ateistin dilinde tanrılar olmayabilir ama zihni onlarla doludur. Üstelik tanrı yok demek onun varlığını daha başından kabullenmektir.

*-Hey dostum kim yok dedin?
-Tanrı yok
-Kim yok dedin sen, Kim?
-Tanrı.
-Ha şöyle, yola gel bakalım!

*Sadece Şeytan’ın vesveselerini duyuyorsanız – delisiniz.
Sadece Tanrı’nın ayetlerini duyuyorsanız – peygambersiniz.

Ama her ikisinin sohbetini bir müddet dinliyor, sonra da kalkıp bir reçelli ponçik yiyorsanız, muhtemelen aklı başında bir insansınız…

Alıntı:Ulaş

| 0 yorum ]

Her kadın güzeldir ve her kadının kendine özgü bir cildi vardır. Bu güzelliği korumanın yöntemleri dünyanın her yerinde aynı değildir. İşte dünyanın farklı yerlerindeki farklı formüller.

İtalya: Ninelerinin ve annelerinin eskiden sıkça uyguladığı ve kullandığı hintyağı cilt bakımı, şu aralarda İtalya'da yine popüler. Hintyağı özellikle saçları güçlendirmede ve cildi beslemede çok etkilidir.
Çin: Bir-çay kaşığı biberiye yağı, bir fincan yeşil çayla karıştırılır. Bir süre beklenir ve en son saçlar durulanır. Saçlara doğal bir parlaklık verir. Güzellik kremlerinin bazılarının bileşiminde de bulunan ile yıkanan saçlar gürleşip güzelleşir. Ayrıca şampuanla yıkanmaktan yıpranan saçları canlandırır. Bir bez torbaya konulan biberiye yaprak ve taze sürgünleri banyo musluğunun altına asılarak üzerine sıcak su akıtılıp böylece doldurulan küvette banyo yapıldığında cildi derinden temizler, teni kayganlaştırır ve güzelleştirir. Çin beyaz çayı ise gençleştirici gizemi taşır! Gıda, sağlık ve kozmetikte yeni yeni popüler olmaya başlamıştır. Yaşlanma, kırışıklık ve sarkmalara karşı kullanılmaktadır. Cildi kuvvetlendirici, yeni cilt hücre yetişmeyi destekleyicidir. Çevre ve günlük cilt yıpranmalara karşı cildi koruyucudur. Pürüzsüz ve yumuşak bir deri oluşumunda etkin rol oynar.
Yunanistan: Yunan gençleri, vücutlarını bebe yağı ile ovarak ölü deriyi kumsala bırakırlar. Ve denizde durulanırlar.
Polonya." Balı, bir güzellik ürünü olarak cildi yumuşatmak ve parlatmak için kullanırlar. Bal cildin yorgun ve yıpranmış görüntüsünü alır ve geriye ışıl ışıl bir cilt bırakır.

Brezilya: Brezilyalı kadınların güzellik sırlarıysa Brezilya'nın mükemmel plajlarında saklıdır. Çünkü dünyada en güzel kadınların güneşlendiği yer olarak nam salmış bu plajlarda, kadınlar avuç dolu kumlarla vücutlarını ovarlar ve bol bol güneşlenirler. Kumlar, selüliti gidermekte ya da sülülite karşı cilteki kan dolaşmını hızlandırmakta. Pürüzsüz bir cilte sahip olmak açısından faydası olan bu "kumla ovma"dan esinlenmiş olmalı ki, son zamanlarda, İngiltere'de bazı ticari firmalar tarafından kumların bu özelliğinden faydalanılarak kozmetik ürünleri piyasaya sürülmüş.

Hİndistan: Hindistan'da, her gece yoğurt ve bademden yapılan maskın yapılması zorunludur. On adet badem ezilir ve sonra yoğurtla karıştırılarak cilde sürülür. 25 dakika bekledikten sonra cilt temizlenir.
Avustralya: Avustralya kızları, yalınayak yürümek ve ayak parmağını açan sandallet giymeyi severler. Ayaklarının pürüzsüz olması için avakado ile ovarlar. Avakodo kuru ciltlere yumuşaklık kazandırır.
ispanya: İspanya'da gençler zaman zaman göz kapaklarını dinlendirmek içn patatesten yararlanırlar. Çok ince dilimler halinde kestikleri patatesi, 10 dakika boyunca gözlerde tutarlar.
Jamaika: Karayip Adalarında, soyulmuş muz kabuklarını cilt bakımlarına uygularlar. Güneş yanıklarına karşıda iyi gelen muz kabuklarında, bazı proteinler sayesinde cilde yumuşaklık ve dirilik kazandırmaktadır.
Rusya: Soğuk bir iklime sahip Rusya'da, gençler ciltlerini soğuktan korumak için kaliteli paltolar ve kotlar giymekteler. Ve özelikle sarımsak yağıyla ciltlerini sıklıkla ovarlar. Sarımsak antibiyotik, antiseptik özellikleri ile akneye karşı savaşırken antioksidan özelliği ile de cildi korur ve onarır. Ayrıca sarımsak suyu uçuğa iyi gelmektedir.
Japonya: Japonya'da cilt bakımında kamelya yağı sıklıkla kullanılır. Beyaz kamelya ve fındık yağı cildi nemlendirmek, bes¬lemek, yumuşaklık vermek için kullanırlar. Doğum sonrası oluşan cilt kırışıklıklarını gidermekte ve saçları gürleştirmekte kullanırlar.
Türkiye: Türkiye'de, yeni yeni popüler olan kefir artık doğal güzellikte de kullanılmakta. Bir bakteri kültürü olan kefir, özelikle içerdiği etkin maddeleriyle cilde de faydalı olmaktadır.
İskandinavya: İskandinav kadınları, güzel ciltlerini korumak için saf memba sularından isitifade ederler. Her gün en azından 1.5 litre buz gibi memba madensuyuyla, yüzlerine 15-20 kere yıkarlar. Bu ciltlerine canlılık verir. Pahalı losyonlara ihtiyaç duymadan, buz gibi bu memba sularıyla da ciltlerini diri tutabilmekteler.
Alıntı

| 0 yorum ]

Gelmiş geçmiş en trajik aşk öykülerinden biri olan Love Story/Aşk Hikayesi, fakir bir genç olan Jenny (Ali MacGraw) ile Boston’lu zengin bir avukat olan Oliver’in trajik aşk hikayesini anlatıyor. Oliver’ın babasının karşı çıkması bile bu aşkın önüne geçemez ve çift evlenir. New York’ta bir işte çalışmaya başlayan Oliver ve Jenny için her şey bir süre harika görünse de bir süre sonra Jenny’nin ölümcül hastalığı, Oliver’ın Jenny’siz bir gelecekle yüzleşmesi gerektiğini anlatır. En iyi yönetmen, en iyi aktör, en iyi aktris, en iyi senaryo gibi birçok dalda Oscar ödüllü olan bir aşk hikayesi

Yönetmen: Arthur Hiller

Oyuncular
Ali MacGraw ... Jennifer Cavalleri
Ryan O'Neal ... Oliver Barrett IV
John Marley ... Phil Cavalleri
Ray Milland ... Oliver Barrett III
Russell Nype ... Dean Thompson
Katharine Balfour ... Mrs. Barrett
Sydney Walker ... Dr. Shapely
Robert Modica ... Dr. Addison
Walker Daniels ... Ray Stratton
Tommy Lee Jones ... Hank Simpson

Yapımcı: Howard G. Minsky
Görüntü Yönetmeni: Dick Kratina
Senaryo: Erich Segal
Müzik: Francis Lai
Tür: Drama, Romantik
Süre: 99 dak.

Ödüller:
En İyi Orjinal Müzik Oscar Ödülü 1971
En İyi Film Oscar Ödülü Adaylığı 1971
En İyi Yönetmen Oscar Ödülü Adaylığı 1971, En İyi Film Altın Küre Ödülü 1971
En İyi Kadın Altın Küre Ödülü 1971
En İyi Orjinal Müzik Altın Küre Ödülü 1971
En İyi Seneryo Altın Küre Ödülü 1971

Aşk Fimlerine karşı biraz mesafeliyim.Bir çoğunun klişe olmaktan öteye gidemediği düşüncem önyargı haline gelmeye başladı.

Hatta öyle ki sinema tarihinin en çok meşhur aşk filmlerinden biri olan "Love Story" yi henüz yeni seyrettim.O da tesadüfi oldu.

Filmin başrolünde karşımıza daha sonra büyük usta Stanley Kübrickin unutulmaz filmlerinden Barry Lyndon da oyunculuğunu kanıtlayacak olan Ryan O'Neal dikkat çekiyor.

Bu filmin herhalde müziğini duymayan yoktur.Müziği filmi de aşmış aslında.

Film basit bir aşk hikayesi.Yeşilçamında çok beslendiği farklı sosyal statülerdeki insanların (zengin-fakir)birbirine olan aşkı.Yalnız film farklı sosyal statülerdeki insanların aşklarının yarattığı sorunlar ya da aşkın sosyal statü engelini aşıp aşamayacağı sorusu üzerinde çok fazla durmuyor.Hatta Oliver'in babasıyla olan çatışması daha ön planda bana kalırsa.Oliver babasının kuralcı despot yapısından sıkılmış kendi kararlarını kendi vermek isteyen kendi hayatını yaşamak isteyen bir karakter.

Babasının karşı çıkmasına rağmen evlenmeleri daha sonra Jenny'in hastalığı nedeniyle maddi bakımdan Oliver'in babasına muhtaç olması belki tek başına aşkın yetmediğini aklımıza getirse de akibetinde paranında yetmediğini görüyoruz.

En acıklı filmlerden biri olarak görülen Aşk hikayesi açıkçası beni pek.etkilemedi.Filmin eski bir film olduğunu ve o günden bu güne benzer konuda sayısız filmi izlediğimizi düşünürsek bunun bir sebebi de bu olabilir. Diğer yandan herkesin salya sümük ağladığı "Babam ve oğlum" filminden de fazla etkilenmeyen biri olarak duygusallık anlayışımın bir çoklarından farklı bir yerde olduğunu itiraf etmem gerekiyor.

Bunun dışında filmde aşkın o masum yanını özellikle -ilk bölüm için- çok fazla bulduğumu söylemem.Aşık olunanın kolay bir şekilde elde edilmesi benim için bu tür filmlerde olumsuz..

Olayların hızlı gelişmesi de bir başka olumsuz tarafı.Bir de bir aşk filminde şiirselliğin ahengin önemli olduğunu düşünüyorum.Kelimeler dans etmeli.
Argo olarak nitelendirilebilecek sözlerin bir aşk filminde gereksiz yere serpiştirilmesi de benim için bir başka olumsuz tarafıydı filmin....

Belkide benim açımdan filmin en iyi, en akılda kalan, bölümüyle, Sadakat yeminiyle bitirelim.


Jenny:

ikimizin ruhu saglam olarak
ayaklandiginda
yuz yuze, sessizce, giderek yakinlasacagiz
ta ki uzayan kanatlarimiz bir noktada atesle temas edene dek,
dunya, bize aci verecek ne gibi bir kotuluk yapabilir
bakalim, bu kotulukleri gorecek kadar burada kalacak miyiz?
dusun! birlikte yukselirken, melekler uzerimize gelecekler
ve bize kusursuz sarkilarin altin namelerini sunacaklar
derin ve anlamli sessizligimize
biz dunyada kalalim sevgilim,
insanligin haksiz tavirlari eriyip gitsin
ve saf ruhlar bir kenara ayrilip
sevgiye bir yer ayirip gunlerimizi gecirelim
karanlik ve olum saati gelip catana kadar.''

Oliver:
sana elimi veriyorum
sana, paradan daha degerli olan sevgimi veriyorum
sana kilise ya da yasalar onunde kendimi veriyorum
sen de bana kendini verir misin? benimle bu yolculuga cikar misin?yasadigimiz surece birbirimize bagli kalabilir miyiz?''
ben, oliver barrett, seni, jennifer cavilleri'yi,
bugunden itibaren karim olarak aliyorum...
...ve olum bizi ayirana kadar sevecegime söz veriyorum

OnuR

Yazıyı kullanmak isterseniz kaynak belirtiniz..